80’lerde çocuk olmak güzeldi, Andersen’in, Grimm Kardeşler’in yorumladıkları masalları dinleyerek büyüyenler bilir. Dinlerken zihnimize kazıdık her birini. Ezberlediğimiz sadece masallar da değildi üstelik, Uyuyan Güzel, Rapunzel, Pamuk Prenses… Her karakter bize bir şeyi daha ezberletti, o da “iyi kadınların güzel olma zorunluluğu”.
Yüzlerce yıldır anlatılan masallar bunlar. Zamana uyarlanan, acımasız detaylar içeriyorsa üzerinde oynanan masallar. Yeniden yorumlanan masallarda kan yok, ayakkabıya ayağını zorla sokmak için ayağını keserek şekle sokan üvey kardeşler yok, canlı kalbi diri diri yiyen üvey anne yok ama subliminal şekilde kız çocuklarına aktarılan bir “kadınların güzel olma zorunluluğu” var. Yabana atılır şey değil…
Daha küçücük kız çocuklarıyken, etrafımızda ne yaşanırsa yaşansın, hepimizin ortak hayali “günün birinde veya çoook uzak bir ülkede, bambaşka bir hayatta yaşayan bir prenses olup, bir prens tarafından kurtarılmayı beklemekti”. Bu prensesin -kurban demeliyim- olmazsa olmaz özellikleri güzel, iyi, sessiz, hakkını aramayan, azla yetinen, varlığını bir erkeğe bağlayan biri olmaktı. Bunu hayal eden bir çocuğun gelecekte kendi kendine nasıl yeteceğini, ilişkilerinde nasıl sınır koyacağını, alma-verme dengesini nasıl sağlayacağını, güzelliğe çirkinliğe bakış açısını ve fiziksel görünüme vereceği önemi bir düşünün.
Annesini küçük yaşta kaybeden Cinderella’nın babası, ilkbahar güneşi karları erittiğinde 2. evliliğini 2 çocuklu bir kadınla yapar. Üvey anne ve kızları Cinderella’ya hem kötü davranır hem de tüm ev işlerini üstüne yıkarlar. Baba, ikinci baharını yaşamaktan öyle mesuttur ki gözleri adeta kör olmuştur, karısına karşı gelemez. Bir Pazar ayinine giderken hepsine gelirken ondan ne getirmesini istediklerini sorar. Üvey kardeşler, tam da onlardan beklenildiği gibi hem kötü hem de aç gözlüdürler, fırsat bu fırsat diyip adamcağızdan inciler, elmaslar, güzel kıyafetler isterler. Cinderella’nın istediği ise henüz filizlenmiş bir dal parçasıdır, gözleri ne yüksektedir, ne de elindekinden fazlasını isteyen biridir. Bunlar olurken yaptığı tek şey babasının getirdiği fındık fidanını dikip, geceleri başında makus talihine ağlayarak akan yaşlarla onu sulamaktır. Fidan büyür ağaç olur, ağaca beyaz bir kuş konar… Gerisini biliyorsunuz.
Masaldan payımıza çok şey düşüyor. Öncelikle yaşayan hiçbir canlının yalnız yaşlanamayacağını belliyoruz. Adam daha ilk sezonda başka biriyle evleniyor. Yaşlı olduğu için pasif ayrıca. Kaderine karşı gelemiyor. Ardından azla yetinmenin, itaatkar olmanın, herhangi bir kötülükle karşılaştığında hiçbir şey yapmadan, söylemeden, kendini ifade etmeden yaşamanın gerekli olduğunu öğreniyoruz, sevilmek için uslu olmak zorundasın ve uslu duranlar daima ödüllendirilir inancını alıyoruz bu noktada.
Sonrasında, sıra bir erkeğin beğenisini kazanmak için kadınların adeta “gardırop savaşları” yaşamasına geliyor, o elbise, şu takı, bu saç modeli derken koca koca insanlar yalnızca 3 gün sürecek, ülkenin “en güçlü” -bakın en yakışıklı demiyorum, masalda prensin yakışıklı olup olmadığı ile ilgili bilgi yok, dolayısıyla erkeklere kız çocuklarına olduğu gibi güzel/yakışıklı olma dayatımı söz konusu değil- erkeğine kendini beğendirmek için olur olmaz kılıklara bürünüp seçilir olmanın büyüsü, seçilir olmanın güzelliği, bir erkeğin seni olduğun haliyle seçmesinin imkansız olduğu aktarılıyor. Bakmayın siz Cinderella’nın gözünün tokluğuna, onlardan çok çektiği, onlardan daha güzel olduğu ve kurbanlık rolünde onlardan bir tık üstte olduğu, kurbanlıktan daha fazla beslendiği için de göze göz dişe diş bir şekilde onlarla yarışmaktan çekinmiyor. Bir ödül varsa, bu onun hakkı, başkasının değil.
Gelelim baloya, prens burada bir sembol, varılacak bir hedef, özelliklerini bilmesek de anlıyoruz ki o da bir tuhaf. Onun da frekansı diğerleri kadar düşük. Cinderella’yı gördüğü andan itibaren ne kendisi başka biriyle dans ediyor, ne de onun başka biriyle dans etmesine izin veriyor. Cinderella zaten prensi görmeden aşık oldu, erkeğin gücü ve varlığı ona aşık olmak için yeterli. Hayatı boyunca ev işleri dışında tek bir şey yapan, belli bir saatte evde olma sözü veren Cinderella, ne yazık ki eve sözünü son dakika hatırlıyor ve güç bela eve dönüyor. Prense gelince, ne yazık ki aşık olduğu kişinin yüzünü, sesinin tınısını belleğine kazıyamayacak kadar aklı havada, gerçi aralarında iki kelam edebildiler mi yoksa şaşkın şaşkın birbirlerine bakıp dans mı ettiler bilmiyoruz.
Dönerken Cinderella ayakkabısının tekini unutuyor, bu dalgınlıkla unutmasa şaşırırdık zaten. Sonrası yırtık pırtık giysiler, sonrası ocağın yanında uyumalar veeee hayatının en güzel gecesinden aklında kalan hatıralar, prensin ev ev gezmesi, üvey kardeşlerin ayaklarını zorla ayakkabıya sokma girişimleri, “ben olmazsam sen ol ama ne olur birimiz olsun” yakarışları, bunların Firdevs Yöreoğlu’nun atası olduklarının bir çeşit ispatı. Sonunda Cinderella mutlu, prens mutlu, öksüz kızını ülkenin en güçlü erkeğiyle baş göz etmiş şanslı baba mutlu, çirkin, koca ayaklı kardeşler ve üvey anne -üveylik her masalda kurban karakterine kurbanlık katar- elbette hak ettikleri üzere mutsuz.
Western Illinois Universitesi’nden Lorry Baker isimli bir öğretim üyesi, 1800’lerden 20. yüzyıla uyarlanan 168 masalı inceliyor ve %94’ünün kadın olmakla ilgili aynı öğeleri barındırdığını anlatıyor. “Tüm iyi kadınlar güzeldir, tüm güzel kadınlar iyidir” fikrinin empoze edilmesiyle büyüyen kız çocukları, aynı zamanda çirkin ve kötü karakterlerin masalın sonunda mutlaka cezalandırıldığını bilerek kutsal adaletin olduğuna inanıyorlar. Günümüze en fazla uyarlanan ve en çok anlatılan 5 masal, Hansel ve Gretel, Uyuyan Güzel, Kırmızı Başlıklı Kız, Pamuk Prenses ve Cinderella… Hepsinin benzer ortak noktaları, kadın olmayı değersizleştiren detaylar. Çocuklarımıza ne okuduğumuza, onlara hangi kodları aktardığımıza dikkat etmek ve bireysel gelişimlerinde sahip oldukları inançları gözlemlemek faydalı olabilir. Hangi inancı sahiplenecekleri ileride yaşayacakları hayatın göstergesi çünkü.
İlginizi çekebilir: Genç kızlara mükemmel olmayı değil, cesur olmayı öğretin