Çiçeği burnunda yazar; Zehra Güngör
İnternette arattığımızda hakkınızda az şey buluyoruz. Biraz gizemli bir yazar mısınız ve sizi kendinizden dinleyelim mi?
Çok hoş bir soru. Teşekkürler… Bilerek gizemli olan birisi değilim. Fakat gizemi de severim. Açıkçası dijital dünyayla aram pek iyi değil. Kendimi pek eğitemediğim bir yer burası. Haliyle uzak kalmayı tercih ediyorum. Belki de eski kafalıyım. (Gülüyor) Ben 39 yaşında iki çocuk annesi bir kadınım. Fotoğraf çekmeyi ve klasik müzik notalarında gezmeyi seviyorum. Uzun zamandır yurt dışında yaşıyorum. Kısa bir Londra deneyimim oldu. Şimdi ise çok sevdiğim Tiflis’teyim. Kendi yolcuğumu yaşıyorum. Her gün başka bir ben olarak, keşfederek, çoğalarak… Çocukluğumda her sabah uyanır ve bugün öğretmenim, bugün ise pilotum gibi ifadelerle ailemi şaşırtırdım. Hala kendimi ve sevdiklerimi bu şekilde hissederek şaşırtıyorum. Tek bir kalıba ve sıfata sığamıyorum. Yaşayacak çok şey ve görülecek çok bahar var, yanlış mı düşünüyorum?
Ne zamandan beri yazıyorsunuz?
Kendimi bildim bileli denilen o şey. Kendimi tanıdığımdan beri yazıyorum. 12-13 yaşlarımdan bu yana… Bir şey var ve içimde tutamıyorum, aklıma gelen kelimeler, benliğimden ve zihnimden uçuşarak, kaleme kağıda dökülüyor. Biliyor musunuz? Ben hayatta en çok yazma halimi seviyorum. Müthiş bir yaratıcılık süreci. Haz. Bunun insana bahşedilmesi en büyük lütuf. Çünkü hayat muazzam bir şey oluveriyor. Çocukluğum az evvel bahsettiğim gibi aşırı hayalperest ve meraklı geçti. Her gün rüyalarla uyanan ve gerçekle rüya arası (gerçi hala öyle) yaşayan bir çocuktum. Bazen annemin sen küçükken senden korkuyordum sözü gelir aklıma. (Gülüyor.) Sanırım güzel şeyler oldu. Neticede hayallerimin peşinden bir gün bile korkmadan gittim. Elbette okuduklarım çok etkileyici oldu. Rus Edebiyatı, İngiliz ve Fransız Edebiyatı. En çok Puşkin ve Shakespeare’i severdim. Okurunu hep etkiler dünya klasikleri.
İlk kitabınızı yayınlamaya nasıl karar veriyorsunuz?
Bu uzun ama müthiş bir hikaye; yani hayallerin eninde sonunda gerçekleşmesi. Her şey, vazgeçtiğim ve kendimi unuttuğum bir noktada, dilini bile bilmediğim yabancı bir ülkede iki çocuk, bir eşe kendimi adamış, tırnak içinde “yaşıyorum” sanarken, hayatıma dokunan bir insanın etkisi ile başladı. Hayat, bazen insanları bir sebeple size getirir. Hatırlamanız için. Ben de daha çok yazmak ve kendime dönmek istediğimi anladım, gerçek kaçınılmazsa da olacak olan oluyor, bunu yapmaya karar verdim.
Hayalini kurduğum yazarlık nasıl ve nereden başlayacağımı bilmediğim bir yoldu henüz. Çok soğuk bir ocak günü Kadıköy’de kargo bırakmak için gittiğim bir yerde arkadaşım bana civarda bir Kafe önerdi. Kafeye gittiğimde o soğukta yalnız ben ve bir grup daha olduğunu gördüm. Onları dinlemekten kendimi asla alamadım. En sonunda beni fark ettiler ve bakmaya başladılar. Böylece ne yaptıklarını sordum ve bir yazarlık atölyesinde olduğumu anladım. Ne şanslıyım ki beni, kibar bir şekilde masaya davet ettiler ve ben çocukluğumdan beri merak ettiğim her şeyi orada gördüm. Eve dönerken içim içime değil, dünyaya sığmıyordu. Böyle bir şey olamaz. Üstelik vedalaşırken de sevgili Mario Levi’nin öğrencisi olan biri, iki gün sonra Tiflis’e gideceğini söylüyor, ben orada yaşıyorum diyorum. Bu müthiş tesadüfler silsilesi ile iki gün sonra birlikte Tiflis’i geziyoruz. Gezinin sonunda bana ilk kitabımı yazarsam editörlük yapabileceğini söylüyor. Bu mucizevi yol benim için böyle başlamış oluyor… Ve hala da o ilk mucize gibi devam ediyor!
Bir yandan da iki çocuk büyüten bir annesiniz. Zor olmuyor mu zaman yaratmak ya da annelik besliyor mu yaratıcılığı?
Aslında yukarıda belirttiğim gibi kendimi anne sıfatı ile çok bağdaştırmıyorum. Çünkü sadece anneyim işte. (Gülüyor.) Ben salt o güzel ruhların dünya yolculuğuna vesile bir ruhum. Onlar benim bir uzvum ya da ben onların ileri bir şeyi değilim. Elbette zaman denilen kavram, ilk yıllarında onlara adanan bir gerçek. Fakat bugüne bakınca, doğruyu söylemem gerekirse artık ben onlardan daha çok şey öğrenmeye başladım. Uzun lafın kısası, yaratıcılık hepimizde var. O bizim bir yanımız. Hatta dünyaya bunun için geldik. Başka şeyler besleyici olmak zorunda değil kısacası.
İkinci kitabınızda yayınevi değiştiriyorsunuz. Biraz da yayınevi bulma sürecinizi konuşabilir miyiz? Türkiye’deki yayınevlerinin yeni yazarlara yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
İlk yayın evim hikayenin başından bu yana bir mucize gibi. Diğer yandan ikinci kitabım Nefessiz de apayrı bir boyut. Sevgili editör İsmail Sertaç Yılmaz ile çalıştığım butik bir yayınevi. Kendisinden telif vs hiçbir geri dönüş almadığım, sadece pandemi zamanı boş kalmak istemediğim için yaptığım bir çalışma. Üçüncü kitabım için ise çok büyük bir yayınevini iki yıl bekledikten sonra tam yayımlanma haberi geldiğinde vazgeçip, sevgili editörüm Devrim Horlu’nun kendi açtığı yayınevini seçtim. Türkiye’de her sektörde olan zorluklar, özellikle sanat sektöründe daha fazla. Bu sebeple butik yerleri ve birbirimize destek olmayı seviyorum.
Tabii bir de yurt dışında yaşayan bir yazarsınız. Bunun hayatınızdaki besleyici rolü neler olabilir? Farklı diller, anadilinize bakışınızda değişiklik yarattı mı?
Açıkçası Avrupa’da veya başka bir gelişmiş (dili dünya üzerinde daha fazla kullanılan) ülkede yaşasam, bu soruya cevabım farklı olurdu. Fakat Gürcüce, hem anlam hem de konuşma hem kullanımı açısından oldukça zorlayıcı bir dil. Dünyada kullanılan ilk 14 dilden biri olmasına rağmen sadece kendi ülkesi ve az önce belirttiğim gibi zorlayıcı olması beni öğrenmekten vazgeçiren unsurlar. Bunun yanı sıra, kitaplarım Gürcüce’ye çevriliyor. Şiir; bu anlamda en zor olan yazım türü. Haliyle çevirmenliğin ne kadar değerli ve özel bir şey olduğunu bir kez daha anlıyoruz. ‘Kitaba ikinci bir ruh verildiği ve yeniden doğduğu’ hissi oluşuyor. Yine de bir başka ülkede farklı bir lisan ile okunsanız dahi yazdığınız, sadece sizi anlatıyor aslında.
Kitap isimleri aslında hep içimizdeki öze dair sanki. Belki biraz da sizin farklı dönemleriniz hatta? Bir sıralama var mı gerçekte? Sevgiyle Kal demenizle Nefessiz kalmanız arasında?
İsim konusunda pek iyi olduğum söylenemez. Üstüne ne kadar düşünürsem düşüneyim bir milim ilerleyemediğim tek şey. Neyse ki bu konuda şansım yaver gitti, çünkü ilk kitabım çocukluk hayalimde olan bir isimdi. “Sevgiyle Kal”, henüz on yedi yaşındayken yazdığım bir yazının sonuydu ve bir gün kitabım olursa ismini Sevgiyle Kal vermeyi o gün düşlemiştim. Oldu. Ama mesela Sana Söyleyemediğim Her Şey, dosyanın ismini bilgisayarda değiştirmeyi unutmamın tesadüfi bir sonucu. (Gülüyor.)
Neden şiir ve sizin için neyin karşılığıdır şiir?
Açıkçası bir gün yazar olmayı hayal ederken bunun şiirle başlayacağını hiç düşlememiştim. Ama şiir benim için çok önemli, çocukluğum ve ilk aşkım. Nazım Hikmet ve Orhan Veli… Hayatın kendisi zaten şiir ama herkes bir şiir de ezberlemeli bana kalırsa. Bir şairi olmalı yastık altında şiirlerini sakladığı…
Son olarak da yeni çıkan kitabınız “Sana Söyleyemediğim Her Şey” de çok sayıda şiir var… Bu kadar şiir ne kadar zamanda birikti ve başkalarına söyleyemediğimiz her şeyi yazıyor muyuz cidden?
Ben her gün yazmaya çalışıyorum. Bazen uzun aralar giriyor. Unutuyorum. Sonra devam ediyorum. Sana Söylemediğim Her Şey kitabın gerçekten tüm ruhunu veren bir isim. Çünkü evet, ben söyleyemediklerimi yazıyorum. Kimisi resim yapıyor, kimisi duygularını besteye döküyor. Bir derdi olanların içinden mutlaka sanat dolup taşıyor. Diğer tonda aynı yerde o acı veya mutluluk her neyse öteki kalple bu şekilde buluşmuş oluyor. Birileri bunu yapmalı değil mi?
…ve de yazar olmak isteyenlere söylemek istediklerinizi ekler misiniz?
Bu soruda çok zorlandığım bir gerçek. Çünkü benim herhangi bir konuda dikte verebilme yetim hiç yok. Sadece kendi katıldığım atölyeleri ve değerli hocalarımın bahsettiği özel sözleri aktarabilirim, mutlaka devam etmeli, pes etmemeli ve çok okumalılar. Umarım her isteyenin bir gün düşü gerçek olur. Bunu dileyebilirim yazar olmak isteyenler için. Beni okuduğunuz için teşekkürler.
Biz teşekkür ederiz!
İlginizi çekebilir: Satır arası “Yeşil Mavi Hayat”