İstanbul’dan Ege’ye göçeli neredeyse 3 ay olacak. Bize sorsanız sanki 3 yıl gibi, öyle dolu dolu.
Geldik geleli beni en çok şaşırtan şey insan ilişkileri, en mutlu eden şey ise otlar ve ege yemekleri oldu.
Bizim burası yarı kasaba, yarı köy. Komşularımızın inekleri, koyunları, tavukları, kazları -hatta kimisinin devesi- var. Yer seçerken “buranın insanı nasıldır” diye hiç düşünmedik. “Ya kısmet” deyip geldik.
Komşuluğun nasıl bir şey olduğunu, çocukluğumdan sonra, yeniden burada hatırladım. İlk günden beri komşularımız tabak yolladı hep. Biz de alıştık. Evde ne pişirsek birbirimize gönderir olduk. Bazen bir çeşit yemek yapar, herkese yollarız. Tüm tabaklar aynı akşam çeşit çeşit yemekle, mezeyle dolu geri gelir.
Geldiğimiz ilk hafta her sabah yürüyüşe çıktık. Yolda gördüğümüz herkes, istisnasız, selam verdi. Dışarıdan olduğumuzu anladıklarından “hoş geldiniz” dediler. Yolda tanıştığımız insanların evlerinde yemek yedik. Sıcak ama boğmayan bir ilgi alakayla karşılandık. Zaten buralara koşa koşa gelmişiz, bu karşılamayla birlikte “alışma dönemi” diye bir şey kalmadı, bizim için “buralı olmak” dönemi hemencecik başladı.
Karşı komşumuz Fatma Teyze, bilmem kaç kuşak buralı. Güler yüzü, aksanı, bağ bahçe bilgisi, insan sevgisiyle tam bir Egeli. Ayaklı kütüphane bizim için. Ne zaman yanına gitsek bir dolu şey öğreniyoruz. 4 oğlu, 4 gelini, torunları, yakınları derken bizim sokağın neredeyse tamamını oluşturuyorlar. İlk günler kim kimin eşi, çocuklarının isimleri, hatta hayvanları (kaç buzağının ismi Serpil Kakao olabilir ki şu hayatta 😊), gelinlerin gelinleri, bebekleri derken epey çaba sarf ettim ezberlemek için. “Ben kendi akrabalarımı bu kadar bilmem” deyince güldüler epey. Selamlaşmalar, gitmeler gelmeler, sohbet muhabbetler derken Fatma teyzenin demesine göre “kızları oluverdim.”
3 ayda hepsinden o kadar çok şey öğrendim ki. En çok da otlar, çiçekler, yemekler ve bahçe işleriyle ilgili. Doğal bir okul oldu benim için burası. Hala “sen bu otu bilir misin?” sorusunu duyuyorum.
İlk öğrendiğim “tilkişen” oldu. Yol kenarlarında biten, kuşkonmaza benzeyen minik bir ot. Annem görünce “çalı süpürgesine” benzetti tipini. Hani kaç sabah geçtik de o yollardan, yenecek bir ota benzetip de toplamadık. Pazarda bir demetini 5 liraya satıyorlarmış halbuki. Tilkişeni yumurtaya katıyorlar genelde. İnce ince doğra, zeytinyağında sarımsakla kavur, üstüne yumurtayı kır, afiyetle ye. Faydasını saymakla bitiremiyorlar. Böylelikle bizim de hayatımıza girdi bir anda.
Fatma Teyze bir gün balkonda görünce çağırdı ‘bir geliver kızım’ diye. Gidiverdim hemen. Bahçeden bir şeyler toplamış bize sağ olsun, onları ayıklıyor. Oturdum ben de karşısına. Bir süre taze sarımsakları soğan sanarak temizledim köklerini. Daha önce hiç taze sarımsak görmediğimi anladım o anda. Cahilliğime aldırış etmedi, anlatmaya devam etti. Normalde mantının yoğurdunu bile sarımsaksız yerdim, burada taze sarımsak en en en çok tükettiğim şey oldu. Sanki zeytinyağı ve taze sarımsağın olmadığı yemek yeterince lezzetli olmazmış gibi geliyor artık.
Buralarda bakla çok yapılıyor. Sağ olsun konu komşu bahçesinden poşet poşet bakla verince mecbur ben de yapmaya başladım. Bakla yemeğinin haricinde bakla içini meze gibi hazırlıyorlar. Onu daha çok sevdim. Baklanın içini suda haşlıyorsun. Yumuşayınca suyunu süzüp biraz ılınmasını bekliyorsun. Zeytinyağı, sarımsak, bol dereotu, tuz ve limon katıp ılık yiyorsun. Sarımsağı havanda dövüp suyunu çıkartırsan daha iyi lezzet veriyor.
Yine burada öğrendiğim ve yapmaya başladığım bir diğer meze de araka. Araka yerine dirilce de diyen var. Komşum Selma Ablaya uğradım geçen gün. Dedi “sen bunu bilir misin”? Benim atmasyon tahminler başladı yine; fasulye, bakla, küçük bakla, bezelye… Tutturamadım tabi. Araka dedikleri fasulye görünümünde ama daha ince kabuklu ve daha küçük bir sebze. Kısa bir süre oluyor, topladın topladın. Gününü kaçırırsan kuruyup gidiyor. Bakla içi gibi suda haşlıyorsun arakayı da, kabuklarıyla. Yumuşayınca suyunu süzüp soğumasını bekliyorsun. Kabuklarını soymadan zeytinyağı, biraz tuz ve bol limonla sosluyorsun. Kabuklarıyla servis ediliyor ama yerken ucundan tutup dişinle kabuğunu sıyırarak, tanelerini yiyorsun. Çekirdek gibi ye dur. Hem hafif, hem de çok lezzetli bir yemek.
Yukarıda bir komşumuz var, bir poşet asma yaprağı verdi bahçesinden. Ben ve yaprak sarması! Annem görse gözleri yaşarır valla. İstanbul’dayken doğru düzgün yemek bile yapmazdım, şimdi sarma saracağım, ohoooo! Yapraklar dolapta durdu tabi bir süre! Sonra Selma Abla dedi “al gel yapraklarını, biz de saracağız, birlikte sararız”. Aldım, gittim. İç malzemesi olarak; domates rendesi, bol taze sarımsak, bol taze soğan, dereotu, maydanoz, nane, pirinç, tuz, karabiber, nane ve tabi ki zeytinyağı…
Selma Ablanın eltisi var, onun da adı Ayşe. Bahçe işlerine bayılır, en çok ondan öğreniyorum otları, çiçekleri. Neyse… O da geldi. Baktım turuncu turuncu çiçekler getirmiş, yıkıyor. “Bu ne?” dedim. Kabak çiçeğiymiş. Dalından toplamış da getirmiş. İnanamadım! Restoranlarda ayıla bayıla yediğim kabak çiçeği dolması yani. Çiçeği doldurup, yemek yapacağız yani. Benim kafa gitti! Kadınlar sarmaya başladı yaprakları, ben manyak gibi kabak çiçeğinin fotoğrafını çekip duruyorum. Bitti mi? Bitmedi. Pazarda, markette taneyle satılan enginarları bahçelerinden toplayıp getirmişler. “Bunları da doldurup tencerenin dibine koyacağız ki tat versin” dediler. Koyduk. Yetmedi, çiçeklerin dibindeki minik kabakları da dizdik tencereye. Tam bir muhteşem zeytinyağlılar şöleni oldu.
Ayşe Abla kabak çiçeği aşkıma şahit olunca dedi “haftaya gel de bahçeden birlikte toplayalım, öğrendin artık, sararsın”. Allaaaaah koşa koşa gittim. Sabah 7’de gel dedi, 10 kala gittim. Koca bir poşet toplamış bile, tez canlıdır, mevzu bahçe işi olunca bekleyemez. Katıldım ben de ona. “Ahhh benim güzellerim, yapraklarını nasıl da gizlermiş, hanimiş bakayım” diyerek ot toplayan bir kadın Ayşe Abla. Koyunlarını da öyle sever. Benim merakım, onun anlatma arzusunu kamçılar. Bahçede birlikteysek 5 dakikalık iş, olur sana yarım saat. Olsun!
Ne diyorduk? Kabaklar… Kabakları akşamdan sulayınca sabah çiçekleniyor. Güneş tepeye çıkmadan toplaman lazım. Yoksa kapatıverirler kendilerini. Çiçeklerin kimisi kabak verir, kimisi vermez. Kabaklananlara “akıllı”, “uslu” diyor Ayşe Abla, diğerine ise “deli çiçek”.
Eve döneceğim sırada “dur” diyor “bir şey göstereceğim sana”. Bir dal ot getiriyor. Uçlarında yemişi… Soru geliyor: “Bil bakalım bu ne?” Tahmin bile yapamıyorum. En sevdiğim baklagillerden biri çıkıyor; nohut! Ama taze hali… Nohutu tanımayı bırak, tazesinin olabileceğini bile düşünmemişim hiç bu yaşıma kadar. “Bak tadına” deyip, açıyor bir tanesini. Bir elimde kabaklar, bir elimde nohut eve dönüyorum.
İstanbul’dayken hayatımızda hiç olmayan ama buraya geldik geleli haftalık rutinimiz haline gelen bir şey var; pazar alışverişi. Erken kurulup, erken toplanıyor burada. Pazar sabahları 8 gibi kalkıp koşa koşa pazara gideceğimi söyleseler inanmazdım. Pazarın eğlencesi, curcunasının yanında marketler bizi cezbedemiyor artık. Üstelik her şey hem daha ucuz, hem de tazecik. Muhabbet de hediyesi. Boyozcu teyzeyle gül, peynirci çocukla sohbet et, Musa Abilere selam ver, Gülsüm Abla neyli börek yapmış bak, Kerime Abla bu hafta ne getirmiş bahçeden… Ona selam, buna sabah… Uzun uzun pazar alışverişi yapar olduk yani. Bir hafta gidemedik de, sanırsın ömrümüz pazarlarda geçmiş, söylenip durduk.
Pazarın en sevdiğim yanlarından biri de her hafta yeni şeylerin gelmesi. Şu sıralar bezelye ve deniz börülcesi favorim. Zamanında pilav yapmayı eşinden öğrenmiş biriydim ama şimdinin acemi Egelisi olarak evde deniz börülcesi yapıyorum ve havalara uçuyorum.
Marketlerde asla hissedemediğim, neredeyse tamamen unuttuğum doğanın o harika döngüsünü burada yeniden hisseder oldum. Hastası olduğum taze sarımsak bu haftalarda artık bitiyor örneğin. Öğrendiğimde yıkıldım, o ayrı! Her meyvenin, sebzenin, otun bir zamanı var. O zaman geldiğinde coşkuyla buluşuyor, zamanı geçtiğinde şükranla, yeniden görüşmek üzere, ayrılıyorsun. Her şey her an elinin altında olmadığı için, olduğu zamanlarda kıymet bilmeyi öğreniyorsun.
Bazen uzun uzun yıkıyorum yeşillikleri. Balkondaki çiçekleri her gün sulayıp seviyorum tek tek. Yol kenarında bir kara dut ağacı var. Her geçişimde bütün parmaklarımı kapkara yapasıya dut yiyorum. Ayşe Dudu Ablanın bahçesinde eski zaman gülleri, Höre Ablada leylak var. Koklamadan geçmiyorum. 32 yaşımdayım, dalından limon kopartmanın ne demek olduğunu burada öğrendim. Tüm bu kokular, tatlar en büyük hazinem, biliyorum.
Çiçeklerim bir kaç kere soldu. İlkinde çok üzüldüm. Hatta Kerime ablanın verdiği güzeller güzeli koca bir saksı salkım çiçek, onca ilgime rağmen, kurudu. Ama sonra gün be gün, o kuruyan dallar minik minik yeşerdi. Yeniden ve sabırla tazeledi kendini. Hayat dersi gibi aynı bahar açtı, soldu, sonra yeniden açtı. Ona her baktığımda sabretmeyi ve çabayı görüyorum. “Ah diyorum Seval, olmadı deyip bıraktığın ne çok şey var hayatta. Halbuki her şey çaba ve sabırda gizli”.
Buralar fazlaca “yaşam bilgisiyle” dolu benim gözümde. Ekip biçmek; hayvanları, otları, sebzeleri tanımak; mevsimine göre yemek yapmak ve üretmekle dolu… Ve şanslıyım ki merak duyduğum tüm bu bilgileri paylaşmaya açık insanlarla çevrildi etrafım. Civcivler yumurtadan çıkmaya yakın “Seval’e diyelim de gelip izlesin, merak eder o” der oldular. Hanım abla var yukarı tarafta. 2 aylık bir buzağısı var. Sabahları yayıldıkları yer bizim balkondan görünüyor. Oturup o buzağının sağa sola koştuğunu izliyoruz bazen. Buzağı değil, keçi sanki. O nasıl zıplamak öyle. “Bir sabah gel” dedi Hanım Abla, yakından seversin.
Havası, suyu, kokusu, sesi, dokusu, renkleri, insanı, hayvanıyla doğa değiştiriyor insanı. Yeni yuvamda öğrendiğim her yeni bilgi tanesi, tattığım her yaşam tecrübesi ile dün olduğumdan farklıyım bugün. Azar azar, yavaş yavaş değişiyorum. İster teslim ol, ister diren; doğa yapmak istediği değişimi her şeye rağmen yapıyor. Tekrar tekrar hayran bırakıyor kendine.
İlginizi çekebilir: Sadelikle gelen özgürlük