“Hüzün ki en çok yakışandır aşıklara… Yandık, yakıldık ama hüzünden yana asla yakınmadık.” Şems-i Tebrizi
En zor olandır hüznü kabullenmek… Evet içimizden geldiğince kana kana ağlayabilmek… İnanmak evet gittiğine, evet öldüğüne, evet bir daha göremeyecek olmaya, evet kaybetmeye… Neden bu denli zordur hüzünlenmek? Neden üzüldüğümüzü ne göstermeye cesaretimiz olur ne de paylaşmaya? Nedir bu kadar “taşa” dönmemizi gerektiren o gösteremediğimiz yaraları daha da derinlere gizlemeye çalışmamıza sebep olan?
Ben bugün bu yazımda sizlerle biraz o derinlerde kalmış olanlara bakalım istiyorum. Neleri o derinlere gömmüşüz, neye “hüzünlenememişiz”, neye “bize bunun üzüntüsü ağır gelir” diye yeterince duygularımızı bile gösterememişiz? Neye “hüzünlenmekten” bile korkmuşuz? Ve neden bu kadar zor olmuş bizim için hüzünlenmek?
Öncelikle hüzün duygusunu anlamak gerekiyor. Hüzün aslında üzüntüden daha sonraki bir aşama. Öncelikle çok üzüleceğimiz bir durum olduğunda bu bize bir “şok” etkisi veriyor. Şok demek aslında bugün kabul etmekte bile zorlanacağımız bir gerçek… Üzülüyoruz, üzüldüğümüzde gerçeği biraz daha anlıyoruz aslında. Bir şeyler evet biz istemesek de değişmiş oluyor.
Üzüntü süreci hepimiz için çok farklı işliyor. Kimilerimiz egonun çemberinden çıkamıyor “bana nasıl yapar?“, “beni nasıl böyle üzer?“, “bu benim başıma nasıl gelir?” sorularıyla o kadar uzun zaman harcıyor ki… Tabii üzüntü yavaş yavaş eviriliyor ve evet zaman geçiyor… Zamanla üzüntüler dönüşüyor, dönüştükçe biz “hüznü” öğreniyoruz. İşte bu noktada hüzün bize kalan oluyor. Belki o şok anımızdan bir yıl sonra belki altı ay sonra ama illaki o kalbimizde bir sızı olarak orada kalıyor…
Bu yazımda sizlerle bakmak istediğim aslında biz hüzünlerimizin ne kadar farkındayız, o içimizde dönüşenin son noktasını görebiliyor muyuz? Kendimize çizdiğimiz duvarlarımızın katılığından çıkıp da “dışarıda ne var?” diye bakmaya hiç niyetlenebiliyor muyuz?
Hemen kendimden bir örnekle açıklamak istiyorum, birçoğumuz için bu sorunun cevabı tabii ki “hayır“. Evet, kocaman duvarlar çiziyoruz bir kere incindikten sonra. Bu incinme bir yakınımızın kaybı olabilir. “Bir daha asla o kadar çok sevmeyeceğim” diye geçiriyoruz içimizden… Veya bir ayrılık olabilir, “bir daha evlenmeyeceğim” diyoruz. Veya çok yakın bir arkadaşımızı başka bir ülkeye gönderiyoruz ve bir daha bu kadar yakın hissedeceğimiz bir arkadaşla karşılaşamayacağımız konusunda yargıya varıyoruz… İşte o kocaman duvarlarımız bu yüzden var, “aynı” üzüntüleri yeniden yaşamamak için… Aynı hüzne yeniden düşmemek için…
Oysa hayat bu kadar “korunaklı” yaşanabilir mi? Yani bir çocuğu örnek alalım, düşmeden yürümeyi öğrenebilmesi mümkün müdür? Veya yeni uçmaya çalışan bir kuş kanat çırpmadan ve bunun için son nefesini verecek olsa bile yere düşmeye çalışmadan gerçekten uçabilir mi? Kocaman bir nehrin o hızlı debisine karşı yüzmeye çalışan balıkları düşünün, gerçekten yumurtlamak için “geri dönüşü olmayan” bir yolda “ölmek” uğruna yüzmeye devam etmeseler varlıklarını sürdürebilirler mi?
İşte bizler bir kez incindikten sonra kendimizi o duvarların arkasına hapsederiz. Amacımız hayatta bir daha yara almamaktır, bu mümkün olabilir mi? Yarası olmayan bir hayat gerçekten hayat olabilir mi? Bizler yüreğimizi açmadıkça, o “konfor” alanlarımızda saklandıkça, gerçekten hüzünlerimizle üzüntülerimizle yüzleşmeyi evet belki saatlerce ağlamayı, evet belki günlerce kimseyle konuşmamayı kabul etmedikçe “ben” olabilmemiz, büyüyebilmemiz, olgunlaşabilmemiz ve en ama en önemlisi “yeniden” hayata “korkmadan” bakabilmemiz mümkün müdür?
Bakın sevgili Nil Gün güzel eseri Duyguların Simyası kitabında hüzünlerimizi nasıl yorumluyor:
“…Hüzün kişiyi tüketen bağımlı bir ilişkinin ardından yaşanan hayal kırıklığı, ziyan olan zaman ve emek için tutulan yastır. Hüzün, seni merkezinden uzaklaştıran ilişki içindeki içindeki konumundan özgürleşmektir. Hüznün iyileştirici gücü dökülen gözyaşlarıdır. Bu iki damla da olur, daha fazla da. Gözyaşları bedende biriken toksinleri dışarı atarak insanı rahatlatır. Ağlamak ruhun yumuşatıcı kremidir. Ama bu rahatlamanın ağlamayla sağlanması için sağlıklı kızgınlıkla bir arada bulunması gerekir.
…Tanıdığımız ve sevdiğimiz bazı insanların gözlerinde gülerken bile bir hüzün vardır. Buğulu gözler. Romantik bir tanımlama ama gerçek hiç de öyle değil.
…Bu insanlar “iyi insan” olarak bilinir. Hatta öfkeli kaba saba bir insanla ilişki içindelerse, tanıdıkları onlara acır ve niye bu ilişkiyi sürdürdüklerine bir türlü anlam veremezler. Sadece gönül ilişkilerinde değil, çalıştığı ortamlarda da kendilerini ezen patronlar bulunur. Başkalarına karşı son derece anlayışlı olan bu insanların içi bastırılmış öfkeyle dolu olduğu için sıkça hastalanırlar ya da tedavisi güç hastalıklara yakalanırlar. Çünkü hüzünlerini koruyacak sağlıklı kızgınlıkları yoktur. Bu yüzden hüzünleri bir türlü tamamlanamaz.”
Hepimiz dışarıdan çok farklı dursa da içimizde “derin” yaralar saklamaktayız. Kimilerimiz bunlara “bakabilecek” kadar cesaretliyiz, bunları “itiraf edebilecek” kadar olgunuz ve en güzeli bunlara “rağmen” hayata “merhaba” diyebilecek kadar naif kalabiliyoruz. Diğer yandan işte bazı yaralarımız var ki onlara olan duruşumuzu, katılığımızı, egomuzu, korkularımızı, nefretimizi, kırgınlıklarımızı değiştirebilmek ve hatta bu durumlara cesaretle “bakabilmek” bile dünyanın en zor şeyi haline geliyor…
Bugün bu yazımı okuyorsanız, içinizdeki yaralara “evet kimselere göstermeden” ama sadece “siz” olarak bakmanızı dilerim. Bu yaralar sizin “oluşunuzun” bir parçasıdır. Bir anne kaybetmiş olabilirsiniz, bir baba yitirmiş olabilirsiniz, bir eşle ayrılmış olabilirsiniz, kardeşinizden uzakta olabilirsiniz, bir arkadaşınız istemeseniz de hayatınızdan çıkmış olabilir, bir sevgiliden ayrılmış olabilirsiniz… Evet, hüzünlenmek ağlamak üzülmek sizin de hakkınız… Bunlarda saklanacak veya “düşkün” olan “zayıflık” olan bir şey yoktur…
Bugün, gözünüzden gelen her damla için, siz olduğunuz gibi yaralarınızla ve hüznünüzle çok güzelsiniz. Hepimiz için cesaretle, umutla, yeni başlangıçlara inançla, korkmadan ben söylüyorum; “hoş geldin hüzün”
İlginizi çekebilir: Sevgi vermek ve sevgi almak sandığımız kadar kolay mıdır?