X

Çaresiz değiliz, biz ‘çare’yiz

“İnsan sosyal bir varlıktır.” diye başlamak istiyorum, bu cümle çok klişe ve çok ezberlenmiş bir cümle gibi gözükse de, biraz derinine inince kökeni Aristoteles’e kadar giden, o günlerden bu günlerimize ışık tutan bir gerçek aslında.

Klasik Yunan-Roma felsefesine ve onun müdavim temsilcileri olan Sokrates, Platon, Aristoteles, Cicero, Seneca ve Tacitus’a göre: “İnsan kendi doğası gereği siyasal bir varlıktır.” Platon gibi, Aristoteles için de insan, her şeyden önce, sosyal bir varlıktır; kendi deyişiyle: Bir zoon politikondur. Zoon politikon, Aristoteles’in siyaset felsefesinin temel kavramıdır ve insanın toplumsal bir varlık olduğunu ifade eder. Bu terim, Batı felsefesinin kullandığı temel kavramlardan biridir. Bu düşünce, insanın doğası gereği toplumsal bir varlık olduğunu iddia eder.

Aristoteles’in “zoon politikon teorisi” esas itibariyle insanın toplumsal bir varlık olduğu iddiasından çok, insanın toplumsal hayatın dışında hayatına devam etmesinin mümkün olamayacağı tezidir. Bu yüzden Aristoteles, toplumsal hayatın belli bir yasaya göre düzenlenmiş olması gerektiğini savunur.

Evet; insan sosyal bir varlıktır. İnsanın doğası gereği diğer insanlarla bir bütün halinde yaşaması gerekiyor. İnsanların diğer insanlarla ilişkileri, bir arada olma zorunluluğunun altında iki temel neden vardır; ilk olarak biyolojik varlık olan insanın temel ihtiyaçları vardır. Bunları tek başına gideremez. İhtiyaçları doğrultusunda diğer insanlarla iletişime geçmek zorundadır. Çünkü insan tek başına doğanın güçlükleriyle baş edemiyor. İnsanların bir arada grup şeklinde yaşamaları böylece temel ihtiyaçlarını giderme yolunda kolaylık sağlıyor.

İkinci olarak ise insan, psikolojik nedenlerle toplum halinde yaşama ihtiyacı duyar. Doğası gereği varlığını devam ettirebilmesi için diğer insanlarla bir arada bulunarak iletişim ve paylaşımlarda bulunurlar. Yani insanlar bir birlerine doğal ihtiyaçları doğrultusunda sürekli bir iletişim halindedirler. Çoğu zaman bunun farkında bile olmayız ve kendi kendimize yeteceğimizi zannederiz. Kimseye ihtiyacımız olmadığını savunur, bazen kendimizi soyutlarız, ta ki ekstrem bir durum yaşayıncaya kadar.

İnsan yalnız yaşamak için dizayn edilmemiş diyorum ben, evinizin içinde yalnız bile olsanız bir telefon mesafesinde çok fazla dostunuz, arkadaşınız, yoldaşınız oluyor. Bazen sebepsiz bir telefon gelir, siz de sormazsınız neden arandığınızı, zira aranmak ihtiyacınızdır ve telefonu kapatırken dünyanın en harika cümlesini duyarsınız “Sadece sesini duymak için aradım.” Böyledir, bazen bir ses dağıtır yalnızlığınızı, sona erdirir çaresizliğinizi, bazen umut olur, bazen hislerinize tercüme olur…

İçinden geçtiğimiz bu süreç, yaşadığımız deprem felaketi bize bir yandan çaresizliğimizi gösterirken, diğer yandan da beraber olunca ne büyük güç olduğumuzu, acının bile paylaşılabileceğini bir kez daha hatırlattı, birbirimize ihtiyacımız var. Birbirimizin sesine ihtiyacımız var. Sesimizin duyulması için dua ettiğimiz anlar var. Sadece depremde değil! Hayatın tümünde aslında hep kurduğumuz; içimizden geçirdiğimiz bir cümledir “Sesimi duyan var mı?” cümlesi.

Duyulmamak, depremde ölümcül, deprem dışında da yıkıcıdır. Ne olur birbirimizin seslerini duyalım. Yalnız yaşayamayacağımızı kabul edelim, birbirimize ihtiyacımız var. Sadece insanlara mı ihtiyacımız var? Bu süreçte bir kedinin hayat kurtardığına şahit olduk, peki köyün yolunu araçlara gösteren, durmadan , yorulmadan koşan, enkazda insan bulan, bizim için yaralanan, hatta ölen o can dostlarımız? Onlara ihtiyacımız olmadığını mı düşünüyorsunuz? Onların bize, bizim onlara… Onların bizim sevgimize, bizim onların sevgisine… Hayat tek bir parça olamayacak kadar bütün aslında. Bazen sevdiklerimize sarılamayız, hayat onları bizden almıştır işte o zaman sarıldıklarımızı sevmeye başlarız, hatta belki de o zamana kadar hiç tanımadığımız, bize uzanan ellere, omuzlara, aynı göcük altından çıkan kişilere sarıldığımız gibi ve o zor anında sana sarılanlar hiç ama hiç unutulmazlar. Hiç unutmayın “Biz birbirimizin ‘çare’siyiz.”

İlginizi çekebilir: En başa dönelim mi: Senin hikayen nasıl başladı?

Çiğdem Acarsoy: Okur-yazar, vejetaryen, iflah olmaz bir optimist, gezenti bir yay burcu, kahvekolik, duygu durumu değişken... Okuma aşkı okumayı öğrenince başladı ve bitmiyor; yanına yazma aşkı da geldi. Kendini bildi bileli yazıyor. İnsan sevgisi onu Davranış Bilimleri okumaya yöneltti, Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yaptığı psikoloji stajı hayatının dönüm noktası oldu. Hayata bakışı değişti. Birçok psikoloji ve koçluk eğitimlerine katıldı, hayatın yaşamaya değer olduğunu anlatmaya çalıştı, motivasyon ve kişisel gelişim üzerine bir kitap yazdı. Kurumlara eğitimler veriyor ve yazıyor, yazıyor, yazıyor… :)
İlgili Makale