İnsan ırkı, diğer her ırk gibi hayatta kalmaya programlanmış bedenlilerden oluşur. Her ırk gibi, yaşam koşullarına bağlı olarak evrim geçirir ve dönüşür. Yaşamda kalma güdüsü ile, beliren ihtiyaçlarını karşılamak adına tüm bedensel ve zihinsel yetilerini kullanır.
Aynen kediler, köpekler, ayılar, filler… vb. gibi.
Hiçbir farkımız yoktur.
Her ırk kendine has özellikler ile dünyada varlığını sürdürür. Kurtlar yemeklerini saklayarak, filler aile olarak yaşayarak, kediler gerekirse kendi çocuklarını tanımadan yiyerek… Her ne var ise yapılarında bunları sürdürürler ve burada bir hata yoktur.
İnsan ırkı için de aynı şey geçerlidir. Onlar da diğer hayvanlar gibi, hayatta kalmak için kendi türlerini öldürmüş, göç etmiş, yaşamda sürekliliği sağlamak için topluluklar halinde yaşamaya başlamış, güçlenmek için de yerleşik hayata geçmişlerdir. Bir ayının mağarasını bırakmayışı gibi…
Hiçbir fark yoktur.
Hayvan bedenlere sahibiz. Hayvani güdülere, hayvani dürtülere…
Bizi “insan” yapan şey bu hayvani dürtüleri fark edip kontrol edebilme yetimiz, becerimizdir.
Ne kadar kontrol edebilirsek o kadar ayrıştığımızı düşünürüz. Hatta daha da kontrol edebilmek için, herkes de buna uysun diye kurallar koymuşuzdur.
Başkasının yemeğini yeme, buna “hırsızlık” denir.
Başkasıyla yemeğini paylaş (çünkü hayvan halimizi durdurmanın, zapt etmenin ne zor olduğunu hepimiz biliyoruz), paylaşmamak vicdansızlıktır.
Hatta bu kurallar, bin yıllardır içimize işlemiştir.
Eğitilen hayvan ırkı içinde hep isyan etmek isteyen bir taraf bulunur. Her anı kollar oradan çıkmak için sabırla, gerekirse sonsuza kadar, ama bekler…
Aynen bir filin, hayvanat bahçesinde olan tutsaklığı gibi. Her şeyi yıkıp kaçacak, öldürecek gücü varken, yapmayıp beklemesi gibi.
Boşluk gördüğü anda, bambaşka bir güç ile sıyrılır zincirlerinden. “Ustamı seviyorum” demez, koşarken ayağının altında çıtırdayan kemiğini duymaz. Hep bildiği şeye doğru gider, özgür güdülerine, özgür hayvan haline…
Bu sebeplerden, düşman addettiğimiz egomuz, aynen pusudaki kızgın fil gibi bekler, özgür hayvan halimizi. Gördüğünüz gibi egonun bir suçu yoktur. Hayatta kalmaya çalışıyordur sadece. Yaşamına bir hayvan olarak devam etmeye…
Tabi ki yıllar, çok değiştirdi, çokça eğitti bizleri. Hepimiz her yeni doğanla yenilendik, güdülerimiz sakinleşti, ehlileşti.
İşte tam burada “karma” nedir anlatabilirim. Karma budur, karma her birimizin kendini eğitirken geçtiği yollarda, birbirinin, hatta kimin olduğunu bilmediği hislerin temizliğini yapmaktır. Yaşayarak dönüştürmektir, kendimiz ve yeni doğan, doğacaklarımız için… Tüm ırkın sorumluluğunda devam etmek, ayırmamaktır.
“Ona böyle davrandım, bu yüzden başıma bunlar geldi” keskinliğinde konuşurken, ona böyle davranan diğerleri adına da aldın üzerine yükleri… Biriz çünkü. Kendi ekmeğini alıp köşede yalnız kemiremiyorsun.
Bu yüzden, ekmeğini de paylaşıyorsun, pisliğini de.
“Hani ödemiştim vebalimi, hala neyin dersi?” diyorsan; belki karma seni bıraksa da sen kendi vicdanının yakasından düşmemişsindir?
Ki genelde olan da budur…
Bu yüzden, kimin demeden, temizlemek lazım geleni. Sonuçta hepsi bizim, ayrı gayrı yok ki…
Bu hayvan ırkı, kendini fark ettikçe diğer hayvanlardan ayırmış. Ayırdıkça başka bir hayvani güdüye, alfa olmaya, hükmeden olmaya yenilmiş. Onu da artık sonraki nesiller eğitir! Yavaş yavaş eğitiliyoruz, öyle çok da abartmaya gerek yok insan olmayı.
Kedi olmaktan çok da farklı değil ya da maymun olmaktan. Maymun ile insan ırkı arasındaki genetik fark %1. Söylenecek bir şey bırakmıyor bence.
%1 indirim yapsalar alışverişinizde, umursuyor musunuz ya da zam yapsalar maaşınıza. O kadar bir fark işte.
Ama bi şey var ki, o tüm dengeyi alt üst ediyor.
Ruhun tezahürü.
Ruh, bedene tezahür ettiğinde, gördüğünü, yaşadığını bilmeye başlıyor insan hayvanı. Yediğini içtiğini, neyi neden yaptığını sorgulamaya başlıyor. Ayrı ayrı her uzvunu görüp kullanırken, kullandığının bilincinde oluyor.
En şaşırtıcı şey de bu işte, yaptığını görüyor, biliyor olmak.
Ve soru sormaya başlıyor.
“Ben kimim?”, “Neden varım?” sorularının cevabını aldıkça büyüyor.
İşte buna ruhun tezahürü diyoruz.
Buna aydınlanma diyoruz. Buna mitolojik hikayelerde; Zeus’un, tanrıçaların dünya insanları ile münasebeti diyoruz, buna efsun diyoruz…
Buna “gözlemciyi uyandırmak” diyoruz!
Bilmediğimiz hallerimize, bilinçli olarak bakmaktır aydınlanmak. Gözün, aklın, görmediği yerlere tanık olmak.
Bir kere görüldü mü, artık ortak bilincin kütüphanesindedir o bilgi.
Doğal yeryüzü arkeologları gibiyiz, Mars’ı araştıran gönüllüler. Kendi bedensel evrenlerimizi araştırıyoruz.
Ruhun bedende tezahür edişini izliyoruz, buna tanıklık ediyoruz. Kendi evrimimizi, kendi değişimimizi, kendi bilinç sıçrayışımızı organize ediyoruz. Evet birer hayvan bedenliler olarak, evet arada hangi gruba dahil olduğunu bazen hala bilemeyenler olarak…
Tam da bu yüzden, şüpheye düştüğümüz, güvenimizi yitirdiğimiz her an, içimizde, bedenimizde yaşayan hayvanımız ortaya çıkıveriyor. Her şeye meydan okumak istercesine…
Teslimiyete hazır mısın genç ırk? Teslimiyete hazır mısın yeni insan?
Eğer cevabın evet ise, ruhun tezahürüne izin ver!
Çünkü ancak o zaman, o bahsedip durduğun tanrısallığı yaşarsın. Bilincin sende nüfuz etmesine izin verdiğin zaman…
Bedenlerin birer tapınak olduğunu yazdığım yazıda da, söylediğim gibi…
İçeriye misafir davet edecek kadar toparladıysan kendini, tüm güzelliklerin, yeteneklerin ve saflığınla durabiliyorsan kendi kendinin önünde alnı, gönlü açık, sadece yaşamak kalır sana bu güzelim hayatı, hem de bu sefer “onun” gözlerinden.
Aşk olsun!
*** bireysel ve grup çalışmaları, kampları ve yazılarımın tamamı için www.magicalchildoftheworld.com adresine abone olarak takip edebilirsiniz***
İlginizi çekebilir: Sığ sulardan derinlere: Sahte maskeleri bırakıp gerçek olmak