Burgazada’da bir gün: İstanbul’a yakın ama uzak bir tatil günü
Çok zaman oldu doğayı görmeyeli. Ondan olsa gerek adaya giderken içimizi tatlı bir heyecanın kaplaması, yazlığa gider gibi hazırlık yapmamız. Birkaç gün öncesinden başlıyor planlar. Sen şunları getirirsin, ben bunları getiririm. Şaraplar, peynirler, meyveler hepsi tamam. Çoğul ekini sırf cümle öyle daha anlamlı geldiğinden kullandım. Yoksa sadece bir tane şarabımız var. Ben Bostancı’dan bineceğim vapura, arkadaşım Kabataş’tan. Yaklaşık beş on dakika arayla Ada’ya varan bir saat seçiyor, ayrı vapurlarla Burgazada yolunu tutuyoruz.
Bostancı Şehir Hatları İskelesi sakin sayılır. Düzenli aralıklarla anons yapılıyor. “İskele ve vapurda maske takılması zorunludur. İskelemizde bulunan el dezenfektanlarından kullanabilirsiniz.” Şehir Hatlarının hemen yanında Mavi Marmara var. Ada motoru yani. Onlar da sürekli anons yapıyor. “Heybeliada, Büyükada! Heybeliada, Büyükada! Birazdan kalkıyor…” Motordaki yolcuları görüyorum, dip dibe oturuyorlar. Ben vapurla gideceğim. Bu daha ilk toplu taşıma kullanışım. Motora binmeyi düşünmedim bile daha kalabalık olacağını tahmin ettiğimden.
Ben çevremde olan biteni gözlemlerken vapur gelmiş. Eski tip vapurlardan. Üst katta, dışarıda boş yer bulup oturuyorum. Yakınıma kimsenin gelmemesini umarak. Genç bir adam gelip kenara oturuyor birkaç dakika sonra. Ben bir uçta o bir uçta. Deniz kenarında olan o. Güneş nedeniyle koridor tarafına oturmuştum ben. Şu siyah maskelerden takmış. Boynunda ya da bileğinde değil maskesi. Kendisi vapurda maske takan ender insanlardan. Geri kalanların çoğu bir şeyler yiyip içmekle meşgul. Tostlar, çaylar, simitler. Bu arada vapurun hareket edeli biraz oldu. Yanımdaki adam maskesini çıkardı, selfie çekiyor. Onun için çıkarmış maskesini. Çekimi bitince tekrar taktı, biraz durdu, tekrar çıkardı, yine selfie çekmeye başladı. Bir türlü beğenmiyor sanırım çektiği fotoğrafları.
Bense yolun geri kalanını kitap okuyarak geçireyim diyorum ama aklım çevremde. Gözlemlemesem olmazmış gibi. Olmaz aslında. Sonra nasıl yazacağım bunları. Üstelik insanları gözlemleyip üstüne hikayeler üretmek çok zevkli oluyor. Özellikle havaalanlarındaki uzun beklemelerde ya da otogarlarda veya tren istasyonlarında. Evet, yazarken eğleniyorum. Tıpkı şu an olduğu gibi. Neyse, ben vapura döneyim. Kınalıada’ya geldik. Bu arada Kabataş’tan gelen arkadaşımla mesajlaşıyoruz.
“Siz önümüzdesiniz galiba, biz sizin çıkmanızı bekliyoruz yanaşmak için,” diyor.
“Sizin önce gelmeniz gerekmiyor muydu, tarifede yazan saatlere göre?”
“Evet, ama biz Kadıköy’de oyalandık, ondandır.”
Peş peşe adaya varıyoruz. İlk önce bizim vapur. Gölge bir yer bulup bekliyorum. Önümdeki ağacın gölgesinde siyah bir kedi uyuyor, onu seyrediyorum. Sevsem uyanır mı? Evet uyanır. Sadece seyretmekle yetiniyorum. Ne güzel şey uyuyan kedi seyretmek. Bu sırada bir kadın geçiyor önümden. Uzun boylu, şişman, boyası akmış kızıl saçlı, sırt çantalı biri. Geri çekilip yol vermek zorunda kalıyorum. Çünkü durduğum yerle önümdeki ağaç arasına normal boyutlarda birinin bile rahatça sığması zor. Bu sefer de kadını seyretmeye başlıyorum. Dedim ya, seviyorum.
Arkadaşımın bulunduğu vapur da geldi. İnenler bitmek bilmiyor. Çok kalabalık değil aslında ama bizimkine göre öyle. Buluşuyoruz. Nereye gideceğimiz belli. Kalpazankaya’ya gelmeden ağaçlık bir yer var, oraya. Marketten iki su alıp yola koyuluyoruz. Hava fena değil, hafiften esiyor. Yollar da boş sayılır. Tek tük insan gördük yol boyunca. Bunlardan biri de benim sahilde rastladığım kadın. Çok yakınımızdan ayak sesleri geliyor, arkama bakıyorum, yine o kadın. Yana kayıp yol veriyoruz. Hızla geçip gidiyor. Evet, yanımızda geçebileceği kocaman bir yol vardı yine. Evet, dibimize girmesine gerek yoktu. Evet, pek hoşlanmadım kadından.
Oturmayı planladığımız yeri az önce geçtik. Orayı çitle kapatıp içine atlar koymuşlar. Geçerken yazamadım çünkü o sırada kadını anlatıyordum.
“İleride Kalpazankaya dışında bir yer yok diye hatırlıyorum ama bir bakalım istersen.”
“Evet, bakalım. Buraya kadar yürüdük, geri dönmeyelim.”
Gerçekten de oturabileceğimiz bir yer yoktu. Kalpazankaya’ya geliyor, girişte oturan birine soruyoruz.
“Şuradan aşağıya plaja iniliyor. Belki gölge bir yer bulursunuz.”
Uzaktan şöyle bir bakıyoruz, pek ilgimizi çekmiyor.
“Aslında o bahsettiğiniz yere benzer bir yer var ama o adanın diğer tarafında. Bayağı yürümeniz gerekir.”
Adada yaşayan birine göre baya yürümek bizim için çok da uzun değildir muhtemelen. Fakat acıktık, şarap içmek istiyoruz. Bu nedenle adama hak veriyoruz. Uzak orası, gidilmez.
“Bir diğer seçenekse Madam Marta.”
“Aaa evet. Hadi gidelim.”
Kısa bir yürüyüşten sonra Madam Marta’dayız. Denize girilen kısmı geçiyoruz. Sonrasında birkaç ağaç altı görüyoruz, hepsi dolu. Buraları da geçince, koyun sonundaki kamp alanına geliyoruz. Bir iki tane çadır var sadece. Kendimize bir yer bulup oturuyoruz. Tamamen güneş altındayız ama güzel esiyor. Bir amca geliyor, bizi görünce duruyor.
“Adalı mısınız?”
“Hayır, değiliz. Siz adalısınız galiba.”
“Evet, ben buralıyım. Bizim ağaçtan erik topladım. Alın, yersiniz,” deyip birkaç erik veriyor ve ekliyor: “Dalından…”
Teşekkür ediyoruz, amca gidiyor.
Bir yandan sohbet ediyor bir yandan yiyip içiyoruz.
“Şarap ısınmış.”
“Bir sonrakine buz getirelim.”
Amca tekrar geçiyor. Kiraz ikram ediyoruz, almıyor.
“Afiyet olsun,” diyor gülümseyerek.
Biz yine sohbetimize dalıyoruz. Yere bir kuru kayısı düşürüyoruz, karıncalar geliyor, taşıyor. Rüzgar esiyor, rüzgar duruyor, güneş yakıyor. Şarabımız bitiyor, yenisini koyuyoruz. Karıncalar taşımaya devam ediyorlar. Taşımaya ve yemeye. Ne bulurlarsa. Bizse anlatmaya devam ediyoruz birikmiş konularımızı. Sonra güneş batıyor, hava serinliyor, üşümeye başlıyoruz. İki kişi geliyor yakınımıza.
“Sizi şuraya alsak olur mu? Burada kamp kuracaklar da.”
Biz daha cevap vermeden kampçı araya giriyor.
“Yok yok rahatsız olmayın. Şuraya kurarım çadırımı,” deyip o tarafa yönleniyor adam.
Biz görevliyle konuşmaya devam ediyoruz.
“Burada kamp serbest mi artık?”
“Evet, eskiden yasaktı, sürekli polisler baskına geliyorlardı. Şimdi bize bağlı, karışmıyorlar. Biz de öyle herkesi almıyoruz. Bakın hep düzgün tipler var.”
“Ne kadar peki?”
“Günlük 50 lira. Elektrik, su, tuvalet var.”
Saate bakıyoruz, dokuza geliyor. Son vapura bineceğiz. 21:45’e. Bu sefer Kadıköy’den döneceğim.
“Birazdan kalkarız.”
O birazdan, çok zaman oluyor. Saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Aceleyle kalkıyor, hızla iskeleye gidiyoruz. Son dakikada yakalıyoruz vapuru. İlk olarak büfeye uğrayıp dondurma alıyoruz. Sonra üçüncü kata çıkıyoruz. Yeni tip vapurların en sevdiğim kısmına. Hava serin. Üstümde ince bir hırka var ama hafiften üşüyorum. Temmuz başındayız. İstanbul’un meşhur sıcakları başlamadı daha. Evet, bir ay öncesini anlattım size.
İlginizi çekebilir: Dünyanın en yüksek gölünde, güneşe komşu bir ada: Isla Del Sol