Birçok yazımda kendim için de oldukça zorlu olsa da yine de hepimizin kendi kendimize çoğu zaman sormaktan çekindiğimiz soruları ısrarla sormaya devam ediyorum… Bu yazımda da işte bunu soracağım yeniden ve yeniden: Neden buradayız?
Neden bir adam bir kadın olarak bu dünyaya geldik? Eğer hayatımızın anlamı varsa, bir yolu varsa, bir yönü varsa ve en önemlisi bir sebebi varsa bu nedir? Sadece para kazanmak mı? Sadece iyi bir kariyer yapmak mı? Her şeye sahip olmak mı? Sadece mal varlığımızla övünmek mi? Burada olmamızın amacı sadece yaz tatillerinde güzel kumsallarda güneşlenmek mi? Dünyada ne olup bittiğine gözlerimizi kapayıp sadece o muhteşem fanusumuzun içinde yaşamaya devam etmek mi? Kendimizden başkasına “küçük” de olsa bir faydamızın dokunmadığı bir hayat yaşamak mı? Günlerimizi geçirmemizin aldığımız nefesin gerçek anlamı bu mu?
Bunlara cevap bulmaya çalışmadan önce sevgili Mark Nepo’nun güzel eseri Uyanış’tan bir bölüm paylaşmak istiyorum:
“…Hindistan’da her gün Ganj Nehri’nde dua eden iyiliksever ve kendi halinde bir adamla ilgili anlatılan bir hikaye vardır. Bu adam bir gün dua etmeyi bitirdikten sonra suda çırpınan zehirli bir örümcek görür ve hayvanı avucunun içine alıp kıyıya götürür; tam yere bırakırken, örümcek adamı sokar. Ama adamın daha iyi bir dünya için ettiği dualar, zehrin etkisini azaltmış ve adama bir şey olmamıştır.
Ertesi gün aynı şey tekrarlanır. Üçüncü gün, iyiliksever adam dizlerine kadar nehre girdiğinde örümcek yine oradadır ve suda çırpınmaktadır. Adam hayvanı yine sudan çıkarmak üzere hareketlenince örümcek, “Neden beni sudan çıkarıp duruyorsun? Her defasında seni soktuğumun farkında değil misin? Ben bunun için yaratılmışım” der. İyiliksever adam hayvanı avucunun içine alıp sudan çıkarırken, “Ben de bunun için yaratılmışım” diye karşılık verir.
İyiliksever olmak için birçok neden vardır, ama içlerinden hiçbirisi, iyilik yapmak için yaratıldığımız ruhani gerçek kadar ilgi uyandırıcı değildir. İç organlarımız çalışmaya bu sayede devam etmektedir. Örümcekler sokar, kurtlar ulur, karıncalar kimselerin görmediği küçük tepeler inşa eder ve insanoğlu sonucu ne olursa olsun, birbirine yardım eder. Diğer canlılar tarafından ısırılsa bile.”
Bu hikaye bize birçok derin dersler sunar, çünkü evet iyilik yapmak, paylaşmak ve vermek, karşılık beklemeden sadece iyi olmasını umarak vermek, yaradılışımızın vazgeçilmez bir parçasıdır. Çoğu zaman yazılarımı yazarken oldukça yorgun olabiliyorum, aklımda bir sürü konu olabiliyor ve tabii bazen hiçbir şey yazabilecek gücü bulamadığım da oluyor.
Beni ayakta tutan ve yine de her ne olursa olsun vazgeçmememi sağlayan tek neden ise evet dışarıda belki “bir kişinin” bu kelimeleri okumaya olan ihtiyacı… Bugün bu cümleleri okuduğunda hayatında belki çok önemli bir karar alacak olması, belki hayatında çok önemli bir şeyi değiştirecek olması… Belki küsüp kaçmaktan ve arkasını dönüp gitmekten vazgeçecek olması. Kalıp savaşmaya yüzleşmeye affetmeye sevmeye veya sadece konuşmaya karar verecek olması… Belki uzun zamandır bırakamadığı, değiştiremediği, kendi kendini hasta ettiği bir ilişkiden, bir işten, bir bağımlılıktan kurtulacak kadar “cesaret” gösterebilecek olması… Ama işte sadece “bir kişinin” hayatında bir noktanın bu kelimeler ile değişebilecek olması…
Hayatımızı anlamlı kılan, yaradılışımızın içine gömülü olan paylaşmak ve “iyi” olmak, iyilik yapmak, iyilik ile vermek, iyilik ile bakmak kavramıdır. Bizler günlük hayatımızın koşuşturmasında bu küçücük ayrıntıyı unutuyoruz…
İyilik yapmak, iyi bakmak, bir kişiye iyi olmak veya sadece “iyilik” vermek kocaman çabalar gerektirmez… Yeşil çimlere atılmış bir pet şişeyi çöpe atabiliriz, bir ağacın gövdesine dokunup ona çok güzel olduğunu fısıldayabiliriz, bir arkadaşımızın derdine ortak olabiliriz, sevdiğimiz bir kişiye bir beyaz gül alabiliriz… Onun gülümsemesi için hoşuna gidebilecek birkaç söz söyleyebiliriz, çok sevdiğimiz eşimizi mutlu uyandırmak için sadece bir bardak taze sıkılmış portakal suyu hazırlayabiliriz. Küçük bir çocuğa vermek üzere bir gofret alabiliriz, okuduğumuz bir kitabı bir kafede bir sonraki güzel gözlere notu ile bırakabiliriz, güzel boğaz vapurunda yanımızda oturan teyzeye bir çay ısmarlayabiliriz, parkta tek başına yürümeye çalışan sevgili kadına bugün ne kadar güzel olduğunu söyleyebiliriz…
Bunlar sadece örnektir, beklemeden, karşılığını düşünmeden, sadece hayatımızın özüne anlam katmaktır, yapabileceğimiz “iyilikler” ve “iyi şeyler” bu kadarla bitmez, bir çocuğun ayağına ayakkabı olabiliriz, onun uçarak yeni ayakkabılarıyla okula gidişini hayal edebiliriz… Güzel bir gencin üniversite masraflarına yardımcı olabiliriz, belki çok istediği bir kitabı alabilmesinin sebebi, aracısı veya “hayatının hediyesi” olabiliriz… Kendi çocuklarımız olmasalar da bu dünyaya anne ve babaları olmadan gelmiş ve bu yolu çok ama çok güçlü yürümeleri gereken onlarca çocuğun gizli annesi gizli babası olabiliriz… Onları sevindirmek için elimizden geleni yapmaya çalışabiliriz… Ama işte hepsi bugün hayatımızı yoran görmemizi engelleyen “kendi derdimize düşmüş bugünümüzün” o derece ötesindedir ve ne yazık ki o derece “basittir” ki…
Bu yazımı sevgili Mark Nepo’ nun aynı bölümden beni çok etkileyen ve hislerimi belki de muhteşem şekilde anlatan son cümlesi ile bitireceğim:
“Bizler bunun için yaratılmışız. Elimizi uzatmak, elimizin sokulmasından daha önemlidir.”
İlginizi çekebilir: Aklımızın sınırları bizim sınırlarımız olur: Ya hayat sınırsızsa?