Böyle buyurdu “salkım söğüt”: Kusursuzluk arayışımız bir ağaca nasıl görünürdü?
Fotoğraftaki bu salkım söğüt gerçektir. Bulunduğu yer de öyle… Ancak bir fotoğraf düzenleme uygulaması sayesinde birkaç dokunuşla ağacın altında park etmiş olan bir araba, yakınında yer alan iki varil, önündeki diğer ağaçların dalları kaldırıldı, gökyüzü biraz makyajlandı ve bu “harika” fotoğraf elde edildi. Bu görüntüye gerçek diyebilmek artık mümkün mü, bilmiyorum ama “göze daha fazla hitap ediyor”, “daha kusursuz görünüyor” diyebilmek mümkün belki… Tıpkı olmaya çalıştığımız bizler gibi…
Bir yandan sahiciliğe, samimiyete, “olduğumuz gibi kabul edilmeye” susuz kalmış kadar ihtiyaç duyarken, diğer yandan filtrelere, makyajlara, daha iyi görünmek, daha iyi algılanmak için yapılan binbir sahtelikle boğulmuş durumdayız. Gerçeği çarpıtmayla sahiciymiş gibi yapmak arasındaki bir alana sıkışıyor tüm ilişkilerimiz, kimliğimiz, emek vererek ürettiklerimiz… Medyadaki seyirciye “senli benli” sesleniş, reklamlarda mahallenin esnafıyla samimi sohbetler eden oyuncular, Instagram sayfalarında makyajsız (filtreli de olsa!) çekimler yapan ünlüler… Buna benzer çabalar, hepimizin gerçeklik ve samimiyet ihtiyacını “-mış gibi yaparak” karşılamaya çalışıyor. İster “riya” deyin, ister “trend”, ister “zamanın gerektirdiği”… Ama içimizdeki güvenmek isteyen insan yanımız kandırılmak pahasına da olsa sahicilik peşinde koşmaya devam ediyor.
Neden sahiciliğe bu kadar ihtiyaç duyuyoruz sorusunun en akla yakın cevabı, bilinenin güvenli ve rahatlatıcı olması. Bir şeyi bilmediğimizde, tanımlayamadığımızda veya kendimize çok yabancı bulduğumuzda ondan çekiniriz, ona karşı savunma durumuna geçeriz veya en iyi ihtimalle ondan uzak durmayı tercih ederiz. Örneğin, yeni tanıştığımız birinde ne kadar çok kendimize benzeyen özellik yakalarsak bu, içimizdeki güven duygusunu artırır ve ona yakınlaşma arzumuzu güçlendirir. Bize benzemese dahi onun da -tıpkı kendimizi gördüğümüz gibi- kırılgan, kusurlu ve fani bir canlı olduğunu düşünmek bize iyi gelir ve o ilişkide daha rahat hissetmemizi sağlar.
Fakat bu ihtiyacımız karşısında onunla taban tabana zıt bir başka ihtiyaç gündeme geliyor. Gitgide artan beğenilme arzumuz… Tüm dünyayı ayaklarımıza seren sosyal medya köyü hem çok büyük hem çok talepkâr… Bu köyde itibarlı, güçlü, saygın ve kazanan olmanın tek bir yolu var: Beğenilmek. Ve bu beğenilme, yeni tabiri ile “like”lanma arzusu bizim küçük hayatlarımızın kaldıramayacağı ölçüde büyük bir arenada gerçekleşiyor. Bizden önceki kuşakların bir ömür boyu karşılaştıkları toplam insan sayısıyla biz belki dakikalar içinde karşılaşıyoruz.
Facebook’un iki, Instagram’ın bir milyar kullanıcısının tümüne bir tık kadar yakınız. Ve bu bir “tık”la dünyanın en güzel kadınlarına, en şahane erkeklerine, en başarılı iş insanlarına, en yetenekli sporcularına, en yaratıcı sanatçılarına, en mutlu evliliklerine şahit oluyoruz. Herkesin kendi güçlü yanını daha belirgin bir şekilde ortaya koyabildiği, değilse bile o rolü oynadığı rekabet dünyasında hep parlayan yaşamlar, genç kalan kadınlar, meydan okuyan adamlar, dâhiler, milyarderler, fenomenler görüyoruz… Ve onlar gibi olmak için, olamasak da kendi mecramızda hiç değilse birkaç “like” daha fazla alabilmek için çırpınıyor da çırpınıyoruz.
İlişkilerimiz de bu çırpınıştan nasibini alıyor elbet. Kaçınılmaz olarak eşimizden, partnerimizden beklentilerimizi değiştiriyor. Kendimizi ortaya koyuşumuzu ve ilişkilerimizi zorlama bir hale getiriyor. Yaşamın her alanına, -ilişkilere, ebeveynliğe, kariyere, çalışmaya, tatile, aşka, meşke- bir reklam kokusu, bir panayır tadı veriyor. Gerçek yaşamda kavga etmekten komşularının hayatını zehreden bir çift hesaplarının duvarlarında birbirlerine methiyeler düzdüğünde, bundan kuşku duymak kimin aklına geliyor?
Bu nedenle, beklentiler de karanlıkta yakılan bir dilek feneri gibi savrula savrula göğe yükseliyor. Neden mi? Çünkü herkesin mutlu, zengin, başarılı ve güzel olduğu bir dünyada, bundan pay almak istemekten daha doğal ne olabilir ki?! Başaranlar, kazananlar, aşırı eğlenenler, çocuklarını harika yetiştirenler, çok gezenler, çok güzel yiyip içenler, aşkı doyasıya yaşayanlar, musmutlu aileler dünyasında kendi yaşamımızı yavan, tekdüze ve ezik görmeye başlıyoruz. Statü çabası, haz arayışı, acımasız bir rekabet duygusu her yanımızı sarıyor. Her şeyi karşılaştırarak anlamlandırmaya çalışan zihnimiz, yaptığı her karşılaştırmada bizi duvara toslatıyor, yerden yere vuruyor. Ve elbette ki gerçeğin ne kadarıyla yüz yüze olduğumuzu sorgulayamayacak kadar gerçeklikten kopuyoruz. Eşimizin bedenini, başarısını, karizmasını, sevgisini, romantizmini, duyarlılığını, becerilerini de bu çarpık gerçeklik algısıyla ölçmeye kalkıyoruz. Buradan mutluluk ve iyi bir sevgi ilişkisi çıkar mı dersiniz?
Yeniden başladığımız yere, salkım söğüte dönelim… Bu kendi halinde, güzeller güzeli ağaca… Altına park etmiş arabadan, karşısına geçmiş fotoğrafını çeken turistten, filtrelerden, rötuşlardan ve ona yüklediğimiz “acayip” anlamlardan habersiz “kendiliğini”, kendi kusursuzluğunu yaşayan bu bilgeye… Dile gelse, Zerdüşt gibi konuşsa, ne olurdu bize söyleyeceği? Gelin, bütün sesleri kısıp onun sesini dinleyelim…
“İnsan dostlar, hangi ağaç kusurludur, hangi kuş eksik, hangi böcek yanlıştır ve hangi balık kendini beğendirmek ister? Duymayı, görmeyi bilseniz, doğa size kusursuzluğu değil, bunları anlatır. Kusursuzluk kusurları kabul ettiğinizde, doyum siz doymayı bildiğinizde vardır. Hele mutluluk! Mutluluksa, sahip olduklarınızda değil, onları ne kadar sevdiğinizde, onlarla ne kadar hoşnut olabildiğinizde gizlidir. Fotoğrafı bırakın, gerçeğe bakın. Gelin, sevdiğinize sarılıp gölgemde birkaç soluk alın.”
İlginizi çekebilir: Neden hep haklı olmak istiyoruz: 5 teori ve ilişkilerde “haklılık çıkmazı”