Biz onlarız. Soğuk havalarda yanına yaklaşıp kucağındaki bebekleri göstererek, “O üşüyor mu?” dedikleriniz. Henüz yeni doğurmuş, birini besleyip hayatta tutma sorumluluğunun feci ağırlığıyla ezim ezim ezilirken, hiç çekinmeden, “Emiyor mu? Emiyor mu?” diye sorduklarınız. Her nedense ve her seferinde iki kere.
Kucağımıza bırakılıveren o kırmızı et topu ciyak ciyak ağlarken, “Neden ağlıyor bu çocuk?” cümlesini üzerine saldıklarınız. Neden ağladığını bilmediğimiz için kendimizi kötü, çok kötü hissederken ölümcül darbeyi, “Bu çocuk aç” diye indirdikleriniziz. Yaptınız işte! Nasıl da ustalaşmışsınız. Omurgamızda duyumsadık ona yetememeyi. Yavrusunu besleyen herhangi bir dişi hayvandan farkı olmayan, o ilkel, o en temel dürtümüze oynadınız ve başardınız. Bir kara delik tarafından yutuldu anneliğimiz. Kendimizden şüphe etmeye hazır doğum sonrası sarhoşluğumuzda, atmosferde polenler gibi salınırken bizi yakaladınız ve avucunuzda eziverdiniz.
Mor gözaltlarımızdan tanıyabilirsiniz bizi. Uzun suskunluklarımızdan. Geceleri bekleyişimizden. Evet, geceleri bekliyoruz. Deli miyiz neyiz? Yok, gece bekçileriyiz biz. Bir çocuğun uykusunu mayalamanın sihrine inanan gece bekçileri. Nedense bir yerlinin tahtaları birbirine sürterek ateş yakmasına benziyor bir çocuğu uyutmak. “Olmayacak” diyorsun “yok, olmayacak.” Nasıl yaparım ki? Ve aniden bir kıvılcım çakıyor. Ağırlaşan göz kapakları, yukarı doğru açılan bir çift kol, sağa düşen bir çene. Teslimiyet halinde bir insan yavrusu. Bir süre, ne kadar olduğu belli değil ama, başkasının uykusunu soyunup kendimizinkini giyinebiliriz.
Biz onlarız. Her doktor kontrolüne bir sınava gider gibi gidenler. Tartıya konulan bebek, hızla değişen sayılar. Bu ay kilo aldı mı? Kaç kilo aldı? Almadıysa, sokak aralarında ciğerini deldikleriniziz. “Zayıf biraz bu çocuk. Sütün kilo aldırmıyor mu?” Ve ötesine geçtikleriniziz. “Aaa, yürümedi mi? Daha konuşmaya başlamadı mı?”
Her gün sayısız bilgi bombardımanı akar üstümüze. Sanki herkes, her kitap, her sosyal medya hesabı bizden daha iyi biliyordur ne yapmamız gerektiğini. Bilgiler çelişir, fikirler değişir, yollar kaybedilir, kafalar eski türk filmlerindeki rüya sahneleri gibi bulanıklaşır. İşte tam o anı kollayıp yanına yaklaştıklarınızız, “Neden ağlıyor ki bu çocuk? Ciddi bir hastalığı mı var yoksa?”
Sorularınız gaz bombaları gibi biliyor musunuz? Onları hep en doğru anda atıp atıp kaçıyorsunuz. Göz yaşartıyorlar, korku salıyorlar, bizi koşa koşa uzaklaşmak zorunda bırakıyorlar. Dünyada bizim için en değerli canlının hasta olabileceği ihtimalini küt diye önümüze koyuverdiniz işte. Bu olasılıkla soğuk bir odada oturuyoruz. Nasıl baş edeceğiz? Canım, o da bizim sorunumuz. Değil mi?
Biz onlarız. Bebeklerin ağlama krizlerine girmediği, annelerinin omuzlarında huzurla uyuduğu reklam filmleriyle besledikleriniziz. Ve kaka yapan bebeklerin yalnızca komedi unsuru olduğu filmlerle. Tabii bir de annelerin her şeyi eksiksiz yaptığı, çocuğuna asla öfke duymadığı romantik komedilerle. Midemiz bozuldu, bizi iyi edecek ilaç bulunamıyor. Tek çare onu iyice yıkamak ve gerçek filmler yapmak. Hani kadınların en az beş dakika boyunca camdan dışarı boş boş baktığı filmler var ya. Hayat gibi. Onlardan.
Her şeyin ne kadar hızlı bir değişim halinde olduğunu mu anlamak istiyorsunuz? Bize sorun. “Bir şeyin zamanının gelmesi” diye dilinize pelesenk olan o cümleyi de. Yerde, zar zor emeklerken sadece zamanı geldiği için aniden tutunup iki ayağı üzerine kalkan bir çocuğu çağıran o şarkıyı… Sorun, mırıldanalım size. Bir canlıya yeterli alanı, ışığı, ilgiyi sunduğunuzda onun o boşluğu, kendi dansıyla nasıl doldurduğunu sorun mesela.
Ya da onun gözlerine bakmayı. Aydan dünyaya bakan Armstrong’un gerçekten ne düşündüğünü hiç bilemeyeceğiz ama kendi doğurduğunun gözlerinde dünyayı görmenin nasıl bir dehşet ve güzellik olduğunu bizden öğrenebilirsiniz. Bir daha asla, ona bakmadan önceki kişi olamayacağınızı anlatabiliriz size. Nasıl söylesek? Evrenle birlikte genişliyoruz an be an. Varoluşun nabzı gümbür gümbür atıyor resmen avuçlarımızda. Derken bir su olup akıyor, geriye ne kadar anlık ve uçucu olduğunun burukluğu kalıyor. Her şey aynı, her şey değişim halinde.
“Üşüyor mu? Emiyor mu? Neden ağlıyor?” soruları, size o meşhur “hayatın sırrı”nı vermeyecek. Ama yukarıdaki soruları bir deneyin, sizi şaşırtabiliriz.
Bana ulaşmak isterseniz, buradayım: Instagram.com/aliceinlatinland
İlginizi çekebilir: Kaybettiğin sesini yollarda bulmak: Şamanla konuşma