X

Bizi büyüten insanlarla kurduğumuz bağlar ve yeme bozuklukları arasında nasıl bir ilişki var?

Bu köşede yayımlanan hemen her yazıda, yeme bozukluklarının yemek ya da yememek arasında bir tercih yapmaktan çok daha fazlası olduğuna, bu rahatsızlıkların altında ciddi psikolojik ve toplumsal faktörlerin rol oynadığına dair ifadelerle karşılaştınız. Travmalardan, bedenimiz ile duygularımız arasında kopan köprülerden, mükemmeliyetçilikten ya da hepimizi sağlıksız yeme alışkanlıklarına sevk eden ve yiyecekleri sadece yiyecek olmaktan çıkarıp korkulması ya da utanılması gereken nesnelere dönüştüren dayatmacı zihniyetlerden bahsettik.

Gerek güzellik ve diyet “tüccarlarının”, gerek özensiz içerikler paylaşan mecraların toplumun hemen her kesiminden insanın zihnini nasıl bulandırdığını ve hepimizi aslında doğuştan sahip olmadığımız bedenlere kavuşturma sözüyle nasıl bir kısır döngüye soktuğunu anlattık. Bugün de yeme bozukluklarının psikolojik nedenleri arasında görülen bebeklikte ilk ilişki-bağlanma türlerinden konuşalım istedim.

Çeşitli kaynaklardan yararlanarak hazırladığım bu yazıda çoğunlukla klinik psikolog Traci Bank Cohen’in bu konu hakkında klinik çalışmaları ve düşüncelerini ele alacağız. Cohen’in çalışmalarından sonra vardığı sonuç şu oluyor: Bebeklikte bize bakan ilk kişi ya da kişilerle bağlar kuruyoruz ve bu bağların güvenli ya da güvensiz türde olması kendimizle ve hayatımızdaki diğer insanlarla aramızdaki ilişkilerin niteliğini belirliyor. Cohen, kadın hastalarının pek çoğunda bağlanma sorunlarının kendisini bozuk yeme alışkanlıkları ya da yeme bozuklukları şeklinde gösterdiğini fark etmiş. Diğer bir ifadeyle, bozuk yeme davranışına daha derinde yatan, genellikle içgüdüsel bir duygu yoksunluğunu gidermenin yolu olarak başvuruyoruz.

Bağlanma/ilişki türleri ile yeme bozuklukları arasındaki bağlantıyı nasıl görmemiz gerektiği ve bu kapsamda farklı bağlanma türlerinin neler olduğu sorusuna Cohen kısaca şöyle cevap veriyor: Modern dünyada eskisine göre bireysellik daha çok öne çıksa da toplumsal varlıklarız ve hayatta kalmak için başkalarıyla ilişkiler kurarız. Klinik terapilerde bağlanma meselesi bir kişinin kendisini, çevresini ve dünyayı nasıl gördüğü, nasıl ilişkiler geliştirdiği üzerinden ele alınır. Bakımımızı üstlenen ilk kişilere “bağlanırız” ve bu kişilerin ihtiyaçlarımıza nasıl cevap verdiği bizim de dünyayla ve yaşamakla nasıl baş ettiğimizi belirler.

Kısacası, bebeklikte kurduğumuz ilk ilişkileri içselleştirdiğimiz için bu ilişkilerin türü kendimizle olan bağlarımızın ne kadar kuvvetli ve sağlıklı olacağı üzerinde belirleyici bir rol oynar. Bağlanma türleri bir yaşımızda gelişmeye başlar ve dört yaşında daha belirgin bir biçim alır.

Bağlanma türlerine baktığımızda güvenli ve güvensiz olmak üzere iki farklı şekilde ilişkiler geliştirdiğimizi görüyoruz. Güvensiz bağlanma; kaygılı/endişeli, kaçıngan ve karışık/dağınık bağlanma türleriyle biraz daha karmaşık bir niteliğe sahip.

Güvenli bağlanmada bebeklikte bakımınızı üstlenen kişi sizinle yakından ilgilenir ve ihtiyaçlarınızın çoğuna içten, istikrarlı ve güven duygusunu aşılayacak şekilde yanıt verir. Yiyeceğe, rahatlatılmaya veya uyumaya ihtiyaç duyduğunuzda size bakan kişi –ki bu ebeveynliğinizi üstlenen kişi ve çoğunlukla annenizdir– utanmanıza ya da korkmanıza neden olmadan sizinle ilgilenir. Anneniz dışarı çıkacağını ama kısa süre içinde geri gelmiş olacağını söylediğinde geri gelmiştir. Bu türden güvenli bağlar geliştirerek büyüdüğünüzde diğer insanlarla da sağlıklı ilişkiler kurar ve onların size ihtimam göstermesinden kaçınmazsınız. Kendinize güvenirsiniz çünkü size bakan ilk kişi ya da kişiler bu halinizle değerli ve yeterli olduğunuz hissini size aşılamıştır, dolayısıyla kendinizi yetersiz, başkalarının sırtında bir yük olarak görmez, bu dünyada “fazla” olduğunuzu düşünmezsiniz.

Öte yandan güvensiz bağlanma türlerinde istikrar ve duygusal yakınlık bulamayız. Kaygılı/endişeli olarak tanımladığımız bağlanmada bebek genellikle kendisiyle ilgili kaygıları olan bir ebeveynle aynı yaşam alanını paylaşır ve ihtiyaçlarının zamanında ve gerektiği gibi karşılanıp karşılanmayacağından emin olmadan büyür. Bebeğin bakımını üstlenen kişi kendisiyle ilgili endişe duymadığında bebeğin yanında olacaktır ama “mükemmel” bir anne olamadığı için kendini suçladığından bebeğin yanında olduğu zamanlarda fazla müdahaleci ya da evhamlı davranabilir ki bu davranış şekli de bebek üzerinde boğucu bir etki bırakır. Sonuç olarak, bebek ona bakan kişiye yanında olduğu zamanlarda bağlanır fakat hep kendisini bırakıp gitme ihtimalinin de olduğu korkusuyla büyür. Bebeklikten çocukluğa geçişte “annem gitti, demek ki yanlış bir şey yaptım” düşüncesi zihninde yer etmeye başlar. Yetişkinlikte yakın ilişkiler kurmak ister ama terk edileceğinden ya da bu ilişkileri sürdüremeyeceğinden korkar.

Kaçıngan bağlanmada, bebek, ihtiyaç duyduğunda ona bakan kişinin yanında olmadığı hissiyle büyür. Endişeli bağlanmanın aksine bu bağlanma türünde ebeveyn bebeğin yanında olamadığı zamanlar için kendini suçlamaz; fiziksel ihtiyaçlar karşılanır fakat ebeveyn-çocuk arasında güvenli ve duygusal bir bağ gelişmez. Mesafeli davranan, bebeği kendisine yaklaştırmayan bir ebeveynle kurulan ilişkide kişi ihtiyaçlarının karşılanmayacağını ve sonradan hayal kırıklığı yaşamamak için başkalarıyla yakın ilişkiler kurmaması gerektiği fikriyle yetişir. Kısacası kendisini dünyadan uzak tutar ve bu tam anlamıyla bir savunma mekanizması gibi işler.

Kişi, duygularını deneyimlemekten kaçındığı ölçüde çevresindeki insanları uzağında tutabilir; hissetmeyi ve başkalarına ihtiyaç duyduğu gerçeğini yadsıyarak yaşamını olabildiğince dikkat çekmeden, diğer bir deyişle görünmez olarak devam ettirebileceğini düşünür.

Dağınık/karışık bağlanmada genellikle kaotik bir sistemin etkisi altında kalındığını, bir travmanın söz konusu olduğunu gözlemliyoruz. Travma, bebeklik/çocukluk döneminde kişinin kendi başından geçmiş olabilir fakat bakımını üstlenen ilk kişinin yaşadığı ve bir sonraki kuşağa taşıdığı travmalar olduğunu da bilmeliyiz. Bu bağlanma türünde, ebeveynler bebeğin ihtiyaçlarını karşılarken yeterince güven vermez, hatta korku hissinin yaşanmasına neden olurlar. Dolayısıyla, bebek ilk bakıcısına güvenip güvenemeyeceği konusunda kararsızlık yaşar ve ondan kendini sakınması gerektiği fikri oluşabilir. Dağınık/karışık bağlanan çoğu kadın sevgi ve suistimal edilme arasında kafa karışıklığı yaşamakta, değersiz olduğu hissinden ve sürekli diken üstünde yaşamaktan dolayı ilişkilerini sürdürmekte ciddi biçimde zorlanmaktadır.

Cohen, bağlanma türlerinin özelliklerini, geliştiği ortamı ve bunların bebeğin çocukluk ve yetişkinlik dönemlerindeki etkilerini analiz ettikten sonra yeme bozuklarıyla olan ilgisini bilhassa kendi danışanları üzerinden gözlemleme yolunu tercih etmiş.

Goop’la yaptığı söyleşide özellikle tıkanırcasına yeme bozukluğu ve kısıtlayıcı türdeki anoreksiya nervozayla mücadele eden kadınların bağlanma geçmişleri üzerinde duruyor.

Tıkanırcasına yeme epizotları yaşayan kadınların kendilerine bakan ilk kişi ya da kişilere çoğunlukla endişeli/kaygılı bağlandığı sonucuna varıyor. Bu bağlanma türünün etkisiyle kendilerini yetersiz ve değersiz görmeye koşullanmış kadınlar terk edilmekten o kadar korkuyorlar ki kendilerini bomboş kalmış hissediyorlar. Yeniden bütün olmak için yiyeceklere başvuruyorlar. Cohen, bu bozukluğu yaşayan hastaların gözünde yiyeceklerin her zaman yanınızda bulabileceğiniz eski bir dosttan farksız olduğunu belirtiyor: Onunla buluştuğunuzda, içinizdeki boşluk doluyor; hatta kendinizi rahatsızlık verecek kadar “doymuş” hissettiğinizde artık hayatınızdaki diğer olumsuzluklara ve farklı hislere yer kalmıyor. Tıkanırcasına yeme epizotlarından sonra kişi her ne kadar yaptığından utanç duyup kendini suçlasa da bir süre sonra içindeki boşlukla baş edemeyerek yeniden aynı tahrip edici davranışa yöneliyor.

Cohen, kaçıngan bağlanma ile kısıtlayıcı tipteki anoreksiya nervoza arasında göz ardı edilemeyecek bir ilişki olduğunu ifade ediyor. Kendisine danışan kadınlar arasında genellikle mükemmeliyetçi karaktere sahip olanların duyguları derinlemesine yaşamaktan kaçmak için kendilerini yiyeceklerden mahrum bıraktıklarını gözlemliyor. Bu kadınlar, üzerlerine yapışan “her şeyde iyidir ve ona gözümüz kapalı güvenebiliriz” imajını kaybetmemek ya da etrafındaki insanların beklentilerini boşa çıkarmamak zorunda hissediyorlar. Kendilerinin neredeyse hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi yanlış bir algıya kapıldıklarından yiyecekler de dâhil olmak üzere kendilerini birçok şeyden mahrum bırakmaya yöneliyorlar. Herkesten ve her şeyden kaçabilecekleri düşüncesi bu kadınların en büyük yanılgılarından biri oluyor ve bu durum kısıtlayıcı tipteki anoreksiya nervoza da dâhil çeşitli ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkarıyor. Beni besleyen ve büyüten her şeyle bağımı kesmeliyim: Yiyecekler, ilişkiler, ihtiyaçlar, hisler, istekler ve hayaller.

Cohen kendisine yöneltilen “Bağlanma türünü değiştirebilir miyiz?” sorusuna temkinli yaklaşsa da bunun tamamen imkânsız olmadığını vurguluyor.

Kazanılmış/öğrenilmiş güvenli bağlanma şeklinde tanımladığı bağlanma türünde, hayatlarının ilk döneminde güvensiz bağlanan kişilerin çeşitli yöntemlerle daha güvenli bağlanmalar deneyimleyebileceğine inanıyor. Bastırılmış hislerin ne kadar ağır ve acı verici olsa da hissedilmesine izin verildiğinde, kişi, önce kendisiyle, ardından etrafındaki insanlarla ve dünyayla daha sağlıklı ilişkiler kurabiliyor. Kısacası iyileşmenin yolu bağlar kurmaktan geçiyor. Cohen, bu noktada kişinin güvenilir bir liman olarak görebileceği, hislerini koşulsuz ve saklamadan anlatabileceği bir terapistle yola çıkmasını öneriyor.

Yeme bozukluklarını yenmek için öncelikle bunların bir savunma mekanizması gibi çalıştığını ve kişinin belki de yıllarca bu mekanizmaya güvenerek hayatta kaldığı gerçeğini fark etmemiz lazım. Aslında zararımıza işleyen bu sistem, saf dışı bırakılması gereken bir alışkanlık olarak da görülebilir. Kişi duygularından kaçmayı bıraktığında ve böylece dünyada kendine daha geniş bir alan yarattığında yiyeceklerin ve bozuk yeme düzeninin dayattığı kısır döngüden kurtulabilir. Kısacası, duyguları hiçe saymak yerine onlara kulak vermek ve oldukları gibi kabullenmek gerekiyor. Duyguların kabullenmesi ve yeri geldiğinde bu duygular yüzünden acı çektiğini bilmesi, kişinin avuntu olarak başka bir şeye, yani yiyeceklere yönelmesini engelliyor; içinde bulunduğu duygusal boşluğun kendine fiziksel acı çektirerek geçmeyeceğini fark etmesini sağlıyor.

Cohen son olarak yeme bozukluğu yaşayan kişilerin içgüdüsel beslenmeyle duyguları ve bedenleri arasında yeniden bağ kurabileceğini, bu sayede bedenlerini ihtiyaç duyduğu ölçüde ve zamanda beslemeyi öğreneceklerini belirtiyor. (Öte yandan, yeme bozukluğu yaşayan ve halen tedavi sürecinde olan kişilerin içgüdüsel beslenmeye temkinli yaklaşması gerektiğini de söyleyebiliriz. Bu konuda daha önce yayımlanan “yeme bozukluklarından iyileşirken içgüdüsel beslenmek mümkün mü?”“ yazımı okumanızı öneriyorum.)

Yazımıza bir klinik psikolog olan Michelle Cantrell’ın dikkat çektiği başka bir noktayı paylaşarak son verelim. Cantrell, bağlanma türlerinin fizyolojik ve psikolojik etkileri üzerine araştırmalar yapmış olan Dan Siegel’in görüşlerini çalışmalarına başlangıç noktası olarak belirlemiş. Buna göre; çocuklara GÖRÜLÜYORSUNUZ, GERGİN DEĞİLSİNİZ ve GÜVENDESİNİZ mesajı verildiğinde çocuklar da ebeveynleri dolayısıyla kendileriyle güvenli bağlar kurabiliyor. Cantrell, danışanlarında bu bakış açısında belirtilen noktalarda eksiklikler olduğunu, dahası bu eksikliklerin “ben, ben olduğumda güvende değilim” şeklinde içselleştirildiğini keşfetmiş. Diğer bir ifadeyle, bu kişiler ancak kendilerinden olması beklenen biçimde davrandığında ilişkilerini sürdürebileceği hissini benimseyerek yetişmişler.

Michelle Cantrell, danışanlarına yaşadıkları travma ve bağlanma sorunlarına göre farklı tedaviler uygulasa da bu sorunların öncelikle bağlar kurarak iyileştirilebileceğini vurguluyor. Tıpkı Cohen gibi. Burada, sadece başkalarıyla olan değil, kendimizle olan bağımız söz konusu. Yargılamadan ve kendimizi suçlamadan düşüncelerimizin, duygu ve hislerimizin farkına varmak önemli. Kendimize özen göstermenin, vakit ayırmanın ve öz şefkatin asla bencilce davranışlar olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. İncinmek de, yara almak da yaşanması gereken şeyler ve hiçbiri geri dönüşsüz değil. Bağ kurmanın bağımlı olmak anlamına gelmediğini ve hayır diyebilmenin özünde kötü olmadığını, bu sayede sağlıklı ilişkiler kurulabildiğini öğrenmemiz gerekiyor.

Yazıda başvurulan kaynaklar:
-Traci Bank Cohen’ın Goop’la yaptığı söyleşi: https://goop.com/wellness/health/do-childhood-attachment-patterns-inform-our-relationship-with-food/
-Michelle Cantrell’in yazısı: https://www.edcatalogue.com/hidden-trauma-eating-disorders/
-Bağlanma türleri hakkında: http://cocuklaringelisimi.com/2014/01/11/baglanma-turler/
Okuma önerisi:
-Ebeveynlerimizle İlişkilerimizin Niteliği: Bağımlı Olmadan Bağlar Kurmak ve Helikopter Ebeveyn Kavramı
-Anoreksiya Nervozanın Aile, Mükemmeliyetçilik ve Öz-Güvenle İlişkisi

İlginizi çekebilir: Çocuğunuz yeme bozukluğu yaşıyor olabilir mi: Ona nasıl yardımcı olabilirsiniz?

Burcu Uluçay: Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar çeşitli alanlarda çevirmenlik yaptım. “Şirket-bazlı” çevirmenliğin pek bana göre olmadığını anlayınca daha “naif” bir yönü olan yayıncılık dünyasına yöneldim. Fakat The University of Westminster’da Cultural and Critical Studies (Kültürel Çalışmalar) yüksek lisans programını burslu okuma şansı kapımı çalınca –pırrr– Londra’ya uçtum. 2014’te elimde afili diplomamla yurda döndüm. Ama yalnız değildim: Ben ve anoreksiya nervoza birlikte gelmiştik! Londra’ya gitmeden de ufak ufak “yoldayım” dese de pek aldırış etmediğim bu yeme bozukluğu artık sağlığım başta olmak üzere tüm hayatımı etkiliyordu ve kendisini yenmek için halen mücadele veriyorum. Bir taraftan asıl mesleğimi yani çevirmenlik ve editörlük çalışmalarımı sürdürsem de altı aydan uzun bir zamandır tam zamanlı işim buymuş gibi anoreksiya nervozadan iyileşmeye çalışıyorum. Yeme bozukluklarının nedenlerini, tedavi yollarını, iyileşen hastaların öykülerini ve güncel araştırmaları didik didik edip okumaya başladığımda tüm isteğim kendimi bu azaptan kurtarmaktı. Fakat zamanla yeme bozuklukları hakkında Türkçe yazılmış kaynakların İngilizcedekilere göre yetersiz kaldığını gördüm. Üzücü değil mi sizce de? Hele de yeme bozuklukları dünyanın hemen her yerinde bütün yaş grupları için gittikçe tehlikeli bir hal alırken. Tabii bir de yeme bozukluğu yaşayan kişilerin ailelerini, yakınlarını, arkadaşlarını düşünmek lazım. Sevdiklerine yardımcı olmak için daha güvenilir ve güncel içeriklere ulaşsalar ne güzel olur! Böylece önce kendi ailem ve yakınlarım için okuduklarıma dayanarak çeviriler ve derlemeler yapmaya başladım. TEDTalks’ta yeme bozuklukları, kaygı bozukluğu, yoga ve meditasyon gibi konularda ilham verici konuşmalar olduğunu biliyordum çünkü hemen hepsini izlemiş/dinlemiştim. Aralarında Türkçe altyazı çevirisi olmayanlar vardı. TEDTalks’un gönüllü çevirmenler projesine dâhil olup çeviriler yaptım. Sonra blog açma fikri geldi. Blogumda hem yabancı kaynaklardan edindiğim bilgileri hem de kendi deneyimlerimden yola çıkarak yazdığım içerikleri paylaşmaya başladım. Yazdıkça yazdıkça anladım ki paylaşmak ihtiyacım varmış. İtiraf etmek. Yeme bozukluklarının ciddi bir zihinsel rahatsızlık olduğunu, dahası bunu bizim “seçmediğimizi” bilin demek. Böyle böyle Uplifers’la yollarımız keşişti. Yeme bozuklukları hakkında yerleşmiş yanlış düşünceleri değiştirmek için buradaki birlikteliğimizden aldığımız güç önemli bir adım olsun. Yeme bozukluklarının zihnimize işkence eden kötücül sesine birlikte “dur” diyebileceğimize inanıyorum! Bana buradan ulaşabilirsiniz: burcu.ulucay@yahoo.com Bloguma göz atmak isterseniz: https://sahteseslereelveda.wordpress.com/

‘Evdeki herkes barista’: Bosch VeroBarista ile kahve deneyiminizi zirveye taşıyın

Kahve, şüphesiz ki pek çoğumuz için lezzetli bir içecekten çok daha fazlası; adeta bir tutku, bir ritüel… Sabahın ilk ışıklarında enerji veren, gün içindeki küçük molalarda kendimizi şımartmamızı sağlayan, bazense sohbetlerin tadını ikiye katlayan en keyifli eşlikçi. O yüzden günün farklı anlarını, farklı kahvelerle taçlandırmak gibisi yok; ne de olsa her anın kendine has bir kahvesi var. Güne enerjik bir başlangıç yapmak için yoğun aromalı bir americano ya da gün içinde en sevdiğimiz tatlının yanında yumuşak içimli bir cappuccino en iyi seçim olabilir.



Peki ya bu seçimlerimizi evde barista ustalığıyla hazırlayabilir miyiz? Elbette. Bosch Tam Otomatik Kahve Makinesi VeroBarista ile günün her anına ve her damak tadına uygun lezzetli kahveler hazırlamak mümkün; çünkü VeroBarista ile evdeki herkes barista. Her fincanınızı ustalık eserine dönüştürmeye hazırsanız, işte VeroBarista ile yapabilecekleriniz:

Kahve çekirdeklerini dilediğiniz gibi öğütebilirsiniz

Barista ustalığında lezzetli kahveler hazırlayabilmenin ilk adımı, kahve çekirdeklerini doğru bir şekilde öğütmekten ve tazeliği korumaktan geçiyor. Güzel haber; VeroBarista tüm bunları sizin için yapıyor. CreamDrive, yüksek kaliteli seramik kahve öğütme ünitesi ve özel aroma koruyucu çekirdek haznesi ile günün her saati taze çekilmiş kahve çekirdekleriniz hazır.

Üstelik çekirdek öğütme inceliğini de dilediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Arka arkaya iki öğütme ve ısıtma sayesinde ekstra güçlü kahvenizi tadı daha az acı olacak şekilde hazırlayabilirsiniz. AromaDouble Shot Fonksiyonu ile kahve aromasından ödün vermeden ekstra yoğun kahveler hazırlamak da mümkün. E bir barista daha ne ister, öyle değil mi?

Farklı anları, farklı kahve çeşitleriyle taçlandırabilirsiniz

Taze çekilmiş kahve çekirdeklerinin mis kokusunun yanı sıra kahve hazırlamanın en güzel yanlarından biri de hiç şüphesiz her damak zevkine uygun farklı seçenekler yapabilmek. Sert tatları sevenler, yumuşak içim tercih edenler ya da daha eğlenceli köpüklü bir şeyler arayanlar… VeroBarista’da herkes için bir şeyler var. Cappuccino, flat white, latte macchiato, sütlü kahve, OneTouch Function ile hepsini tek tuşla hazırlayabilirsiniz. Dahası, yoğun tatları seviyorsanız americanonuz da VeroBarista ile hazır.

Belirtmekte fayda var ki; bir barista ustalığında kahve hazırlayabilmek için özellikle sütlü kahvelerde doğru lezzeti yakalayabilmenin en önemli sırrı sütün sıcaklığını ve kıvamını doğru ayarlayabilmek. Neyse ki VeroBarista, ideal demleme sıcaklığı konusunda tam bir usta. Sütlü kahvelerde bile mükemmel sıcaklığı yakalıyor, süt köpüğü ve sıcak su hazırlama seçenekleri ile her kahve türünü lezzetten ödün vermeden hazırlıyor. Ayrıca sütlü kahveleriniz için de hortumlu süt adaptörü sayesinde esnek çözümler sunuyor. İster kutudan, ister şişeden, ister kendi termosundan süt alın, VeroBarista ile sonuç hep aynı; hep mükemmel.



Kişisel tercihlerinizi kaydedebilirsiniz

Geçek bir barista kahve hazırlarken mutlaka kişisel dokunuşlarıyla fark yaratır; VeroBarista da evdeki herkesin kendi ‘barista’ dokunuşunu ekleyebilmesi için kişiselleştirilmiş tercihlere göre 4 adede kadar favori kahve kaydedebilme özelliğine sahip. Böylece her yudumda tam da istediğiniz gibi bir lezzete kavuşabilirsiniz. Ayrıca evinizde baristalığı başkasına devretmeniz gereken anlarda da kahvenizin yine tam istediğiniz gibi hazırlanacağından da emin olabilirsiniz 🙂 Sıfır risk, bol lezzet…

En sevdiğiniz kahveyi, en sevdiğiniz fincanda içebilmeniz için de VeroBarista üstüne düşeni yapıyor ve yüksekliği ayarlanabilir kahve çıkışı sayesinde 15 cm yüksekliğe kadar ayarlanabiliyor. En uzun latte macchiato bardaklarınızı bile rahatlıkla kullanabilirsiniz.

Zamandan ve enerjiden tasarruf edebilirsiniz

Kahve hazırlarken lezzet kadar önemli bir şey daha varsa; o da şüphesiz ki zamandan ve enerjiden tasarruf edebilmek. VeroBarista, minimum ısınma süresiyle 45 saniye gibi çok kısa bir zamanda kahvenizi hazır hale getiriyor. Ayrıca her kahveden sonra autoMilkClean süt temizleme sistemi ile tam otomatik temizlik sunuyor ve kolayca çıkartılabilir damlama tepsisi, kahve posası kabı ve süt ağızlıkları bulaşık makinesinde yıkanabiliyor. Yani kahve keyfiniz bittiğinde sizi temizlikle hiç yormuyor. Ve son olarak ZeroEnergy Auto-off otomatik kapanma özelliği ile belirlenen saatten sonra enerji tasarrufu yapmak için kapanıyor, sizi düşündüğü kadar çevreyi de düşünüyor. Kim hem çok lezzetli kahveler yapan hem de akıllı özellikleriyle kahve hazırlamayı mükemmel bir deneyime dönüştüren böylesi bir yardımcıyı evinde istemez ki?

Siz de evinizin baristası olmaya hazırsanız, en lezzetli kahveleri kendi damak tadınıza göre ayarlamak ve her defasında mükemmel sonuçlar elde etmek için hemen tıklayabilir, VeroBarista ile tanışabilirsiniz.

*Bu yazı Bosch katkılarıyla hazırlanmıştır.





21 Günde Ustalaş: Hayatınızı dönüştürmenin kısa rehberi

Günümüz dünyasında insanlar hızlı ve etkili çözümler ararken, uzun vadeli değişikliklerin ne kadar süre gerektirdiği sorusu akıllarda yer ediyor. Araştırmalar, bir alışkanlık kazanmanın 21 günlük bir süreç olduğunu belirtiyor. Bu gerçek, “21 Günde Ustalaş” serisini şekillendiren temel düşünce. Omega Yayınları’nın yayımladığı ve Marie-Claire Carlyle, Leon Nacson ve David A. Phillips gibi alanında prestijli yazarların katkıda bulunduğu seri, hayatın farklı alanlarında bir dönüşüm yaşamak isteyen okurlara kısa ama derinlemesine bir yolculuk sunuyor. Peki, bu serinin her kitabı, okura nasıl dokunuyor? Gelin, seriye birlikte göz atalım.



Marie-Claire Carlyle-Para Mıknatısı: Zenginliğe Giden Yolda Bir Yol Haritası

Serinin ilk kitabı olan Para Mıknatısı, parayla olan ilişkimize yeni bir perspektif getiriyor. Carlyle, paranın sadece maddi bir unsur olmadığını, aynı zamanda kişisel değerimizin ve başkalarına sunduğumuz katkının bir yansıması olduğunu öne sürüyor. Kitap, okuyucuları “zengin” olmanın ötesine taşıyarak, yaşamlarında gerçekten neye değer verdiklerini sorgulamalarına yardımcı oluyor. Paranın bir enerji olduğu fikri üzerine kurulu bu kitap, hayata daha fazla refah çekmek isteyenler için önemli adımlar sunuyor. Okur, mevcut finansal alışkanlıklarını gözden geçirmeye ve “para mıknatısı” olma yolunda ilerlemeye davet ediliyor. Carlyle’ın dili basit ama etkileyici. Kitap, “Paranın Değeri” ve “Niyet Etmenin Gücü” gibi bölümlerle, paraya olan bakış açınızı tamamen değiştirebilir. Ancak bu kitap, sadece bir kişisel gelişim kitabı değil; alışkanlıkları kökten dönüştürmek isteyen herkes için bir rehber niteliğinde. Para ve refah konusunda mevcut düşünce kalıplarını yıkmak isteyen okurlar için güçlü bir başlangıç noktası sunuyor.

Leon Nacson-Rüyalar: Bilinçaltınızı Keşfetmek İçin Bir Araç

Serinin ikinci kitabı olan Rüyalar, sadece uyku sırasında yaşadığımız olayların ötesinde, bilinçaltımızın derinlerine bir yolculuk yapmamıza yardımcı oluyor. Nacson, rüyaların anlamını çözebilmek için onları hatırlamanın önemini vurgularken, okuyuculara kendi rüya günlüğünü tutmanın faydalarından bahsediyor. Modern yaşamın karmaşasında, rüyalarla ilgili sembollerin ve temaların nasıl çözüleceğine dair pratik bilgiler sunuyor. Kitap, rüya yorumlamada bireysel deneyime önem vererek okuyucunun kendi rüyalarının dilini öğrenmesini sağlıyor. Rüyaların sembolizmi üzerine yoğunlaşan bölümler, okurun bilinçaltına dair ipuçlarını yakalamasını kolaylaştırıyor. “Düşmek, Uçmak ve Kovalanmak” gibi herkesin yaşamış olabileceği rüya temalarına açıklık getirirken, kişinin ruhsal yolculuğunda bir rehber olma niteliği taşıyor. Nacson, rüyaların günlük hayatımızdaki yansımalarına dikkat çekiyor; bu da kitabı okura bilinçaltıyla ilgili derin bir keşif fırsatı sunan önemli bir araç haline getiriyor.

David A. Phillips-Numeroloji: Sayıların Gizemli Dünyası

Üçüncü kitap Numeroloji ise, yaşamın derin sırlarını anlamak için sayıların gücüne odaklanıyor. Phillips, Pisagor’un öğretilerine dayanan bu kadim bilim dalını modern hayata uyarlayarak, insanların kendilerini ve çevrelerindekileri daha iyi anlamalarına yardımcı olmayı hedefliyor. Numeroloji, sadece kişilik analizi değil; aynı zamanda kariyer seçimleri, ilişkiler ve ruhsal gelişim açısından da rehberlik sunuyor. Phillips, kitabında sayılara dair teorik bilgilere ek olarak, gerçek dünyadan ünlü örnekler sunarak konuyu daha somut bir hale getiriyor. “Ruh Sayıları” ve “Adların Gücü” gibi bölümler, okurların kişisel yaşamlarına dair önemli çıkarımlar yapmasına olanak tanıyor. Numerolojiye ilgi duymayanlar bile, bu kitap sayesinde yaşamlarını yeni bir gözle değerlendirmeye başlayabilir.

21 Günlük Yolculuk: Alışkanlıklar ve Dönüşüm

Bu seri, alışkanlıkların nasıl şekillendiğine ve yaşamda yeniye yer açmanın neden önemli olduğuna dair kapsamlı bir rehber niteliğinde. Her kitap, 21 gün boyunca okuru derin bir içsel yolculuğa çıkarıyor ve bir yandan kısa süreli bir rehber gibi görünse de her birinin arkasında büyük bir felsefi altyapı bulunuyor. Para Mıknatısı, finansal refahın anahtarlarını sunarken; Rüyalar bilinçaltımızı çözmemize yardım ediyor ve Numeroloji kişisel potansiyelimizi anlamamıza kapı aralıyor. Bu serinin en büyük gücü, herkesin hayatında bir noktada değişiklik yapma ihtiyacını hissetmesi ve 21 gün boyunca süren bu küçük ama etkili adımların, büyük dönüşümlere yol açma potansiyelinde yatıyor. Her kitap, farklı bir tema etrafında dönse de ortak payda: Bireyin kendi gücünün farkına varmasını sağlamak ve bunu bir alışkanlığa dönüştürmek.



Sonuç olarak, “21 Günde Ustalaş” serisi, hayatta bir adım öne geçmek ve yeni bir başlangıç yapmak isteyenler için ilham verici bir çalışma. Her kitabın derinliği, okurun kendine dair yeni keşifler yapmasına olanak tanıyor. Seriyi okurken hem kişisel gelişiminize katkıda bulunacak hem de alışkanlıklarınızı yeniden gözden geçireceksiniz. Hayatta yeni bir sayfa açmak için siz de bu 21 günlük yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

Bu yazı Deniz Poyraz tarafından kaleme alınmıştır.

İlginizi çekebilir: Yaratıcılık bir hayal mi? Yaratıcı olmak mümkün mü? İyi ama nasıl?





İlgili Makale