Bu köşede yayımlanan hemen her yazıda, yeme bozukluklarının yemek ya da yememek arasında bir tercih yapmaktan çok daha fazlası olduğuna, bu rahatsızlıkların altında ciddi psikolojik ve toplumsal faktörlerin rol oynadığına dair ifadelerle karşılaştınız. Travmalardan, bedenimiz ile duygularımız arasında kopan köprülerden, mükemmeliyetçilikten ya da hepimizi sağlıksız yeme alışkanlıklarına sevk eden ve yiyecekleri sadece yiyecek olmaktan çıkarıp korkulması ya da utanılması gereken nesnelere dönüştüren dayatmacı zihniyetlerden bahsettik.
Gerek güzellik ve diyet “tüccarlarının”, gerek özensiz içerikler paylaşan mecraların toplumun hemen her kesiminden insanın zihnini nasıl bulandırdığını ve hepimizi aslında doğuştan sahip olmadığımız bedenlere kavuşturma sözüyle nasıl bir kısır döngüye soktuğunu anlattık. Bugün de yeme bozukluklarının psikolojik nedenleri arasında görülen bebeklikte ilk ilişki-bağlanma türlerinden konuşalım istedim.
Çeşitli kaynaklardan yararlanarak hazırladığım bu yazıda çoğunlukla klinik psikolog Traci Bank Cohen’in bu konu hakkında klinik çalışmaları ve düşüncelerini ele alacağız. Cohen’in çalışmalarından sonra vardığı sonuç şu oluyor: Bebeklikte bize bakan ilk kişi ya da kişilerle bağlar kuruyoruz ve bu bağların güvenli ya da güvensiz türde olması kendimizle ve hayatımızdaki diğer insanlarla aramızdaki ilişkilerin niteliğini belirliyor. Cohen, kadın hastalarının pek çoğunda bağlanma sorunlarının kendisini bozuk yeme alışkanlıkları ya da yeme bozuklukları şeklinde gösterdiğini fark etmiş. Diğer bir ifadeyle, bozuk yeme davranışına daha derinde yatan, genellikle içgüdüsel bir duygu yoksunluğunu gidermenin yolu olarak başvuruyoruz.
Bağlanma/ilişki türleri ile yeme bozuklukları arasındaki bağlantıyı nasıl görmemiz gerektiği ve bu kapsamda farklı bağlanma türlerinin neler olduğu sorusuna Cohen kısaca şöyle cevap veriyor: Modern dünyada eskisine göre bireysellik daha çok öne çıksa da toplumsal varlıklarız ve hayatta kalmak için başkalarıyla ilişkiler kurarız. Klinik terapilerde bağlanma meselesi bir kişinin kendisini, çevresini ve dünyayı nasıl gördüğü, nasıl ilişkiler geliştirdiği üzerinden ele alınır. Bakımımızı üstlenen ilk kişilere “bağlanırız” ve bu kişilerin ihtiyaçlarımıza nasıl cevap verdiği bizim de dünyayla ve yaşamakla nasıl baş ettiğimizi belirler.
Kısacası, bebeklikte kurduğumuz ilk ilişkileri içselleştirdiğimiz için bu ilişkilerin türü kendimizle olan bağlarımızın ne kadar kuvvetli ve sağlıklı olacağı üzerinde belirleyici bir rol oynar. Bağlanma türleri bir yaşımızda gelişmeye başlar ve dört yaşında daha belirgin bir biçim alır.
Bağlanma türlerine baktığımızda güvenli ve güvensiz olmak üzere iki farklı şekilde ilişkiler geliştirdiğimizi görüyoruz. Güvensiz bağlanma; kaygılı/endişeli, kaçıngan ve karışık/dağınık bağlanma türleriyle biraz daha karmaşık bir niteliğe sahip.
Güvenli bağlanmada bebeklikte bakımınızı üstlenen kişi sizinle yakından ilgilenir ve ihtiyaçlarınızın çoğuna içten, istikrarlı ve güven duygusunu aşılayacak şekilde yanıt verir. Yiyeceğe, rahatlatılmaya veya uyumaya ihtiyaç duyduğunuzda size bakan kişi –ki bu ebeveynliğinizi üstlenen kişi ve çoğunlukla annenizdir– utanmanıza ya da korkmanıza neden olmadan sizinle ilgilenir. Anneniz dışarı çıkacağını ama kısa süre içinde geri gelmiş olacağını söylediğinde geri gelmiştir. Bu türden güvenli bağlar geliştirerek büyüdüğünüzde diğer insanlarla da sağlıklı ilişkiler kurar ve onların size ihtimam göstermesinden kaçınmazsınız. Kendinize güvenirsiniz çünkü size bakan ilk kişi ya da kişiler bu halinizle değerli ve yeterli olduğunuz hissini size aşılamıştır, dolayısıyla kendinizi yetersiz, başkalarının sırtında bir yük olarak görmez, bu dünyada “fazla” olduğunuzu düşünmezsiniz.
Öte yandan güvensiz bağlanma türlerinde istikrar ve duygusal yakınlık bulamayız. Kaygılı/endişeli olarak tanımladığımız bağlanmada bebek genellikle kendisiyle ilgili kaygıları olan bir ebeveynle aynı yaşam alanını paylaşır ve ihtiyaçlarının zamanında ve gerektiği gibi karşılanıp karşılanmayacağından emin olmadan büyür. Bebeğin bakımını üstlenen kişi kendisiyle ilgili endişe duymadığında bebeğin yanında olacaktır ama “mükemmel” bir anne olamadığı için kendini suçladığından bebeğin yanında olduğu zamanlarda fazla müdahaleci ya da evhamlı davranabilir ki bu davranış şekli de bebek üzerinde boğucu bir etki bırakır. Sonuç olarak, bebek ona bakan kişiye yanında olduğu zamanlarda bağlanır fakat hep kendisini bırakıp gitme ihtimalinin de olduğu korkusuyla büyür. Bebeklikten çocukluğa geçişte “annem gitti, demek ki yanlış bir şey yaptım” düşüncesi zihninde yer etmeye başlar. Yetişkinlikte yakın ilişkiler kurmak ister ama terk edileceğinden ya da bu ilişkileri sürdüremeyeceğinden korkar.
Kaçıngan bağlanmada, bebek, ihtiyaç duyduğunda ona bakan kişinin yanında olmadığı hissiyle büyür. Endişeli bağlanmanın aksine bu bağlanma türünde ebeveyn bebeğin yanında olamadığı zamanlar için kendini suçlamaz; fiziksel ihtiyaçlar karşılanır fakat ebeveyn-çocuk arasında güvenli ve duygusal bir bağ gelişmez. Mesafeli davranan, bebeği kendisine yaklaştırmayan bir ebeveynle kurulan ilişkide kişi ihtiyaçlarının karşılanmayacağını ve sonradan hayal kırıklığı yaşamamak için başkalarıyla yakın ilişkiler kurmaması gerektiği fikriyle yetişir. Kısacası kendisini dünyadan uzak tutar ve bu tam anlamıyla bir savunma mekanizması gibi işler.
Kişi, duygularını deneyimlemekten kaçındığı ölçüde çevresindeki insanları uzağında tutabilir; hissetmeyi ve başkalarına ihtiyaç duyduğu gerçeğini yadsıyarak yaşamını olabildiğince dikkat çekmeden, diğer bir deyişle görünmez olarak devam ettirebileceğini düşünür.
Dağınık/karışık bağlanmada genellikle kaotik bir sistemin etkisi altında kalındığını, bir travmanın söz konusu olduğunu gözlemliyoruz. Travma, bebeklik/çocukluk döneminde kişinin kendi başından geçmiş olabilir fakat bakımını üstlenen ilk kişinin yaşadığı ve bir sonraki kuşağa taşıdığı travmalar olduğunu da bilmeliyiz. Bu bağlanma türünde, ebeveynler bebeğin ihtiyaçlarını karşılarken yeterince güven vermez, hatta korku hissinin yaşanmasına neden olurlar. Dolayısıyla, bebek ilk bakıcısına güvenip güvenemeyeceği konusunda kararsızlık yaşar ve ondan kendini sakınması gerektiği fikri oluşabilir. Dağınık/karışık bağlanan çoğu kadın sevgi ve suistimal edilme arasında kafa karışıklığı yaşamakta, değersiz olduğu hissinden ve sürekli diken üstünde yaşamaktan dolayı ilişkilerini sürdürmekte ciddi biçimde zorlanmaktadır.
Cohen, bağlanma türlerinin özelliklerini, geliştiği ortamı ve bunların bebeğin çocukluk ve yetişkinlik dönemlerindeki etkilerini analiz ettikten sonra yeme bozuklarıyla olan ilgisini bilhassa kendi danışanları üzerinden gözlemleme yolunu tercih etmiş.
Goop’la yaptığı söyleşide özellikle tıkanırcasına yeme bozukluğu ve kısıtlayıcı türdeki anoreksiya nervozayla mücadele eden kadınların bağlanma geçmişleri üzerinde duruyor.
Tıkanırcasına yeme epizotları yaşayan kadınların kendilerine bakan ilk kişi ya da kişilere çoğunlukla endişeli/kaygılı bağlandığı sonucuna varıyor. Bu bağlanma türünün etkisiyle kendilerini yetersiz ve değersiz görmeye koşullanmış kadınlar terk edilmekten o kadar korkuyorlar ki kendilerini bomboş kalmış hissediyorlar. Yeniden bütün olmak için yiyeceklere başvuruyorlar. Cohen, bu bozukluğu yaşayan hastaların gözünde yiyeceklerin her zaman yanınızda bulabileceğiniz eski bir dosttan farksız olduğunu belirtiyor: Onunla buluştuğunuzda, içinizdeki boşluk doluyor; hatta kendinizi rahatsızlık verecek kadar “doymuş” hissettiğinizde artık hayatınızdaki diğer olumsuzluklara ve farklı hislere yer kalmıyor. Tıkanırcasına yeme epizotlarından sonra kişi her ne kadar yaptığından utanç duyup kendini suçlasa da bir süre sonra içindeki boşlukla baş edemeyerek yeniden aynı tahrip edici davranışa yöneliyor.
Cohen, kaçıngan bağlanma ile kısıtlayıcı tipteki anoreksiya nervoza arasında göz ardı edilemeyecek bir ilişki olduğunu ifade ediyor. Kendisine danışan kadınlar arasında genellikle mükemmeliyetçi karaktere sahip olanların duyguları derinlemesine yaşamaktan kaçmak için kendilerini yiyeceklerden mahrum bıraktıklarını gözlemliyor. Bu kadınlar, üzerlerine yapışan “her şeyde iyidir ve ona gözümüz kapalı güvenebiliriz” imajını kaybetmemek ya da etrafındaki insanların beklentilerini boşa çıkarmamak zorunda hissediyorlar. Kendilerinin neredeyse hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi yanlış bir algıya kapıldıklarından yiyecekler de dâhil olmak üzere kendilerini birçok şeyden mahrum bırakmaya yöneliyorlar. Herkesten ve her şeyden kaçabilecekleri düşüncesi bu kadınların en büyük yanılgılarından biri oluyor ve bu durum kısıtlayıcı tipteki anoreksiya nervoza da dâhil çeşitli ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkarıyor. Beni besleyen ve büyüten her şeyle bağımı kesmeliyim: Yiyecekler, ilişkiler, ihtiyaçlar, hisler, istekler ve hayaller.
Cohen kendisine yöneltilen “Bağlanma türünü değiştirebilir miyiz?” sorusuna temkinli yaklaşsa da bunun tamamen imkânsız olmadığını vurguluyor.
Kazanılmış/öğrenilmiş güvenli bağlanma şeklinde tanımladığı bağlanma türünde, hayatlarının ilk döneminde güvensiz bağlanan kişilerin çeşitli yöntemlerle daha güvenli bağlanmalar deneyimleyebileceğine inanıyor. Bastırılmış hislerin ne kadar ağır ve acı verici olsa da hissedilmesine izin verildiğinde, kişi, önce kendisiyle, ardından etrafındaki insanlarla ve dünyayla daha sağlıklı ilişkiler kurabiliyor. Kısacası iyileşmenin yolu bağlar kurmaktan geçiyor. Cohen, bu noktada kişinin güvenilir bir liman olarak görebileceği, hislerini koşulsuz ve saklamadan anlatabileceği bir terapistle yola çıkmasını öneriyor.
Yeme bozukluklarını yenmek için öncelikle bunların bir savunma mekanizması gibi çalıştığını ve kişinin belki de yıllarca bu mekanizmaya güvenerek hayatta kaldığı gerçeğini fark etmemiz lazım. Aslında zararımıza işleyen bu sistem, saf dışı bırakılması gereken bir alışkanlık olarak da görülebilir. Kişi duygularından kaçmayı bıraktığında ve böylece dünyada kendine daha geniş bir alan yarattığında yiyeceklerin ve bozuk yeme düzeninin dayattığı kısır döngüden kurtulabilir. Kısacası, duyguları hiçe saymak yerine onlara kulak vermek ve oldukları gibi kabullenmek gerekiyor. Duyguların kabullenmesi ve yeri geldiğinde bu duygular yüzünden acı çektiğini bilmesi, kişinin avuntu olarak başka bir şeye, yani yiyeceklere yönelmesini engelliyor; içinde bulunduğu duygusal boşluğun kendine fiziksel acı çektirerek geçmeyeceğini fark etmesini sağlıyor.
Cohen son olarak yeme bozukluğu yaşayan kişilerin içgüdüsel beslenmeyle duyguları ve bedenleri arasında yeniden bağ kurabileceğini, bu sayede bedenlerini ihtiyaç duyduğu ölçüde ve zamanda beslemeyi öğreneceklerini belirtiyor. (Öte yandan, yeme bozukluğu yaşayan ve halen tedavi sürecinde olan kişilerin içgüdüsel beslenmeye temkinli yaklaşması gerektiğini de söyleyebiliriz. Bu konuda daha önce yayımlanan “yeme bozukluklarından iyileşirken içgüdüsel beslenmek mümkün mü?”“ yazımı okumanızı öneriyorum.)
Yazımıza bir klinik psikolog olan Michelle Cantrell’ın dikkat çektiği başka bir noktayı paylaşarak son verelim. Cantrell, bağlanma türlerinin fizyolojik ve psikolojik etkileri üzerine araştırmalar yapmış olan Dan Siegel’in görüşlerini çalışmalarına başlangıç noktası olarak belirlemiş. Buna göre; çocuklara GÖRÜLÜYORSUNUZ, GERGİN DEĞİLSİNİZ ve GÜVENDESİNİZ mesajı verildiğinde çocuklar da ebeveynleri dolayısıyla kendileriyle güvenli bağlar kurabiliyor. Cantrell, danışanlarında bu bakış açısında belirtilen noktalarda eksiklikler olduğunu, dahası bu eksikliklerin “ben, ben olduğumda güvende değilim” şeklinde içselleştirildiğini keşfetmiş. Diğer bir ifadeyle, bu kişiler ancak kendilerinden olması beklenen biçimde davrandığında ilişkilerini sürdürebileceği hissini benimseyerek yetişmişler.
Michelle Cantrell, danışanlarına yaşadıkları travma ve bağlanma sorunlarına göre farklı tedaviler uygulasa da bu sorunların öncelikle bağlar kurarak iyileştirilebileceğini vurguluyor. Tıpkı Cohen gibi. Burada, sadece başkalarıyla olan değil, kendimizle olan bağımız söz konusu. Yargılamadan ve kendimizi suçlamadan düşüncelerimizin, duygu ve hislerimizin farkına varmak önemli. Kendimize özen göstermenin, vakit ayırmanın ve öz şefkatin asla bencilce davranışlar olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. İncinmek de, yara almak da yaşanması gereken şeyler ve hiçbiri geri dönüşsüz değil. Bağ kurmanın bağımlı olmak anlamına gelmediğini ve hayır diyebilmenin özünde kötü olmadığını, bu sayede sağlıklı ilişkiler kurulabildiğini öğrenmemiz gerekiyor.
Yazıda başvurulan kaynaklar:
-Traci Bank Cohen’ın Goop’la yaptığı söyleşi: https://goop.com/wellness/health/do-childhood-attachment-patterns-inform-our-relationship-with-food/
-Michelle Cantrell’in yazısı: https://www.edcatalogue.com/hidden-trauma-eating-disorders/
-Bağlanma türleri hakkında: http://cocuklaringelisimi.com/2014/01/11/baglanma-turler/
Okuma önerisi:
-Ebeveynlerimizle İlişkilerimizin Niteliği: Bağımlı Olmadan Bağlar Kurmak ve Helikopter Ebeveyn Kavramı
-Anoreksiya Nervozanın Aile, Mükemmeliyetçilik ve Öz-Güvenle İlişkisi
İlginizi çekebilir: Çocuğunuz yeme bozukluğu yaşıyor olabilir mi: Ona nasıl yardımcı olabilirsiniz?