Birilerinin iyi niyet bekçisi olmak zorunda mıyız?
“Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir” sözünü daha önce duymuş muydunuz veya günlük hayatınızda kullanır mısınız? Bu aralar benim aklımdan en sık geçen cümlelerden biri bu olabilir. İnsanlara karşı tahammül seviyemin giderek düştüğünün farkında olsam ve bir şeyleri ‘sözde’ takmamaya çalışsam da insanların da sözde ‘iyi niyetli’ davranışlarının dozunu git gide artırdığını gözlemliyorum.
Elbette ki çoğu zaman bir art niyet olmadığını sezebiliyorum ama tam anlamıyla ‘iyi’ niyet olduğundan da şüpheliyim. İnsanımız gereksiz söylemler konusunda o kadar cömert ki böyle düşünmeden edemiyorum. Eskiler ne güzel demiş ‘iki düşün, bir söyle’ diye ama nerede… Herkes konuşuyor, kimse gerçekten düşünmüyor, gerçekten susup da dinlemiyor. Oysa ki kelimeler bu kadar anlamsız, bu kadar hunharca savrulmak için değil…
Çocukluğuma kısa bir gidip geliyorum ve kulağımda en çok çınlayan sözler arasında ‘Öyle demek istememiştir, kötü niyetle yapmamıştır…’ var. Belki de öyle demek istemişlerdi, belki de kötü niyetle yapmışlardı, ben niye zoraki bir iyilik hali sezinlemek zorundaydım ki, niye belki de hiç olmayan bir iyi niyeti kazıp çıkarmak zorundaydım? Değildim aslında olmamalıydım…
Ama görüyorum ki bugün hala o aynı çabanın içindeyim, hala bir şeylerin bana aslında kötü niyetle söylenmediğine kendimi inandırmaya, ufacık bir iyi niyet kırıntısı bulabilmek için konuları derinlemesine eşmeye çalışıyorum. Peki ama bu benim açımdan çok yorucu ve yıpratıcı değil mi? Öyle tabii ki. Çünkü ben kimsenin iyi niyet bekçisi olmak zorunda değilim, acaba söylemlerin arkasında bir iyi niyet var mı diye düşünmek zorunda değilim, bunun yerine insanların ‘acaba söylemlerim yanlış anlaşılır mı’ diye düşünmesi gerektiğinin kanaatindeyim. A ama doğru ya insanımız düşünmek, dinlemek yerine konuşmayı tercih ediyor, zaten bütün mesele de bu.
Yitirilmiş bir sanat: Dinle’ş’mek
Dinlemenin kıymeti o kadar yok olmuş ki, sanki kimse tenezzül etmiyor gibi. Oysa ki dinlemek, konuşmaktan çok daha önemli bir iletişim becerisi. Ayrıca, içten bir empati kurabilmenin, karşımızdakini gerçekten anlayabilmenin de en önemli anahtarı. Çatışmaları çözmenin, hatta daha oluşmadan önleyebilmenin de en büyük sırrı. Ama ne yazık ki laf çok olsa da dinleyen yok.
İkili diyaloglarda da fark ettiğim; çoğu insanın ‘dinliyormuş’ gibi görünürken bile aslında sadece konuşma sırasının ona gelmesi için beklemesi. Yani, insanlar ‘anlamak’ için değil ‘karşılık vermek’ için dinliyor-muş- gibi yapıyorlar. Ne acı. İyi niyet yok, dinleme yok, anlama yok, laf çok… Ne olacak peki böyle?
Dinlemek de anlamak da anlaşılmak da çatlaklarla dolu, yitirilmiş bir sanat gibi… Çatlakların arasındaki boşluklarda da bolca ‘iyi niyet’ tohumu serpili… Ne olacak sorusunun cevabı henüz bende de yok ama tek bildiğim başkalarını değiştirme gücümüzün olmadığı ve konunun yine dönüp dolaşıp kendimizde bitmesi. O yüzden ne olmasını istiyorsak, yine kendimizden başlayacağız, kendimizi değiştirecek, kendimizi iyileştireceğiz, başkalarını da kendi niyetleriyle baş başa bırakacağız.
İlginizi çekebilir: Stres neyden gelir; bir şeyler yapmaktan mı yoksa yapmamaktan mı?