Neden mi iyileşemiyoruz? Kafamızın içinde çok fazla zaman geçirdiğimizden, zihnimiz başkalarının saçma sapan söylemleriyle fazlasıyla dolduğundan. Öyle anlar geliyor ki diyorum ‘kafam şimdi çatlayacak’, gerçekten taşıyor düşünceler kafamdan… Bir konuşsam negatiflik akacak dilimden, kapkara -ki aslında çok da pozitif bir insanım-, tabii kendime değil çevreme. Ah zaten ne çekiyorsam hep bu derdimden. Aman kimse üzülmesin, kimse alınmasın, kırılmasın derken ben oluyorum paramparça.
Takmayayım diyorum, olmuyor. Düşünmeyeyim diyorum, olmuyor. Hayat zaten zor, bir de ben kendim için daha da zorlaştırmayayım diyorum, yok o da olmuyor. Ve sebebi de aslında zihnimdeki susmayan sesler de değil, etrafımdaki kesilmeyen söylemler. Herkes ne çok seviyor arkadaş konuşmayı. Konuşsunlar tabii, konuşsunlar da keşke ne konuştuklarına da dikkat etseler biraz, özen gösterseler… Sözler bedava diye bu kadar har vurup harman savurmasalar.
Mevlana ne güzel demiş; bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene bakarım adam mı diye. Ama işte ne yapacaksın, ağzı olan konuşuyor, sen de duyuyorsun. Aslan burcunun hakkını veremediğim tek konu bu sanıyorum ki, kişisel sınırlarım. “Hayır” ne güçlü bir kelime oysa ki… Hayır ya duymak istemiyorum, diyemiyorsun, diyemiyorum. Hayır, sus çıkmıyor ağzımdan. Hayır bu seni ilgilendirmiyor, hayır ben böyle düşünmüyorum ve hayır, senin fikirlerin zerre kadar umrumda değil diyemiyorsun. Ama demek lazım. Öyle büyük bir hayır demek lazım ki, bir daha hayır demene gerek kalmasın. Yoksa anlamıyor insanlar, kimse bilmiyor ‘kişisel sınır’ falan. A pardon, herkes biliyor aslında da çoğu sallamıyor diyelim.
Şu Batı’nın iyi yönlerini almayı bir türlü beceremedik. Bak adamlar ne kadar bireysel. Alman usulü hesap ödeme var di mi, herkes kendi yediğini ödüyor, mis. 18 yaşında ne yapıyor Amerikalı gençler, ayrı eve çıkıyorlar, Avrupalı gençler ne yapıyor, dünyayı geziyor, aileleri de git diyor; git yavrum, git gör, gez, dolaş, öğren, kendi ayaklarının üzerinde dur, kendi kararlarını ver, kendin yaşa kendin öğren. İşte oralarda ağaç yaşken eğiliyor da ondan. Biz ne yapıyoruz ilkokul çağına gelen çocukların bile peşinde ‘aman yesin’ diye kaşıkla koşuyoruz, ayakkabı bağcıklarını bağlıyoruz, üniversite sınavına giren gençlere şurayı yaz, burayı yazma diyoruz… Ya da Fransızlar ne yapıyor, alan açıyorlar, imkan tanıyorlar, bağımsız yetiştiriyorlar çocuklarını. E durum böyle olunca da ülkemizde 40-50 yaşına da gelsen aslında ‘birey’ olamıyorsun. Hep bir bağlılık, hep bir boyunduruk. Yazık.
Sonra bir birey olmayı bile başaramamış herkes, alışıyor o boyunduruk haline. Tatlı geliyor, konfor alanı ne de olsa… Bilinen, bilinmeyenden iyidir kafası. Aslında kötü de olsa tanıdıktır, sürprizsizdir. İyi geliyor bu his onlara. Ancak zamanla, bu konfor alanı içinde yaşamanın getirdiği rahatlama duygusu yerini huzursuzluğa ve hayal kırıklığına bırakacak… Bunu fark edenler için hala umut var, aksi halde o sınırların ihlal edildiği anlarda bile sesini çıkaramayan her birey, kendi özgürlüğünü ve haklarını yok saymış olmanın acısını derinden hissedecek. O zamanında demediği ‘hayır’lar canını yok yakacak.
Yanmasın canlarımız, parça parça olmasın kalbimiz, dilimizden kötü sözler akmasın. Herkes, herkesi bi’ bıraksın. İsteyen, istediği yerden anlasın ama ben şunu ekleyeyim, lütfen herkes önce kendi hayatına, kendi kararlarına, kendi eylemlerine baksın. Bırakın, bir başkası ne yapıyorsa yapsın. İster çok yakınınız ister uzak bir tanışınız olsun, kalbiniz kırılmasın istiyorsanız siz de kalp kırmayın ve siz de bir birey olarak saygı görmek istiyorsanız, başkalarının da birey olmasına izin verin. Ve son hatırlatma, ‘hayır’ demeyi öğrenin. Neye, kime, ne için olduğu fark etmez. Senin aklına yatmıyorsa, hayır de ve geç. Bırak o ‘birey’ kendine başka evetler bulsun ya da bulmasın. O senin konun olmasın, sen de onun. Herkes baksın kendi yaşam yoluna, bu kadar basit aslında.
İlginizi çekebilir: Zaman hiç mi yok, yoksa bize mi kalmadı?