“Abla çok yokuş burası, ben seni gideceğin yere bırakayım mı? “ der mobiletli çocuk; Assos-Ezine istikametinde, sağına uçsuz bucaksız yeşilliği, soluna da aynısını alıp, bir de arasına denizi katmış koşmakta olan kıza; yani bana… Kızın sırtından bir hortum sarkmakta, ara sıra oradan bir sıvı almakta, çocuk şaşkınlıkla bakmakta.
Teşekkür eder kız çocuğa; yokuşun bir mahzuru olmadığını, zaten koşmak için yola çıktığını ekleyerek sözlerine. Şaşkın bakar çocuk. Koş koş nereye kadar bakışlarıyla taçlandırdığı “Peki abla sen bilirsin, iyi bayramlar o zaman.” der ve uzaklaşıverir, görünmez olur. Görünmezliği hızından değil, yolun güzelliğindendir.
Öyle bir yoldaydım ki sanki ufka doğru gidiyordu adımlarım. Sonu yoktu yolun, görünmüyordu, tahmin edilemiyordu. Hele ki bir de ilk kez geçiliyorsa oralardan, sürprizlere doyulamayacağı anlamına geliyordu tüm bunlar. Denize girmek için buluşacağım arkadaşıma telefonda Ezine yolunda olduğumu söyledim. O da “Çok uzak orası.” dedi. “Ezine’ye gitmiyorum, yolundayım sadece, elbet dönerim bir yerlerden.” dedim ama dönemedim, gittim de gittim.
Yolun sonu göründüğünde üçe ayrıldı; baktım bir köy var karşıda, giriverdim sokaklarına. Köy kahvesinin önünden geçerken hoooop dönüverdi kafalar… Köy ahalisi senkronizasyon konusunda pek başarılı doğrusu.
Gittim, döndüm, köyün çıkışında bir teyze tarafından durduruldum. Nereden geliyor, nereye gidiyordum ve Allah aşkına neden koşuyordum da arabayla seyahat etmiyordum? “Zayıfcacıksın zateen, ne koşusuymuş buuu, çatlatıverceen yüreciğini, biniversene arabaya, bişeye…” dedi, bir “Eeeh.” çekti, azarlayıverdi beni. Taş fırında pişen ekmekten ikram etmek istedi, fotoğrafını çekmekle yetindim sadece. “Teyzecim çatlamam, bak şimdi, şuradaki nar ağacı var ya; ben oradan bir nar çalacağım birazdan, o bana enerji verecek. Haydi, iyi bayramlar.” dedim, uzaklaştım. Narımı kopardım, yoluma koyuldum. Rüzgar gibi geçtiğim Korubaşı Köyü’nü pek sevdim, başka bir zaman tekrar gezmek isterim.
Dönüş yoluna geçtim, sanırım 7-8 km sonra Assos’taydım. 20 km koşmuştum ama hala haylazlıkta sınır tanımamaya meyilliydim. Asfalta doymuştum, bir de ormana dalıverseydim Midilli’ye karşı… Amacım Assos’tan Kadırga Koyu’na ulaşmaktı sahilden, eğer yol varsa da ormandan. Patika varmış, öğrendim, yola girdim.
Yolu tarif eden kişi patikada ufak tefek çitlerin karşıma çıkacağını ama üzerlerinden atlayabileceğimi söylemişti. “Atlarım.” diye düşünmüştüm. Atladım hem de tam 5 tanesinin üzerinden. Biraz zor oldu çünkü çitler dikenli çalılarla örülmüştü, geçmenin pek imkânı yoktu. Hayvanlar geçemesin diye yapılan çitlerin üzerinden, insan olarak geçmek zordu. Geçtim bir şekilde ama insanlığımdan da şüphe etmedim değil. Biraz kan revan içinde, bol çizikli, kesikli de olsa tamamladım yolu.
Deniz bekliyordu, kucaklaştık sessizce. Beni içine çekti, huzurunu içime zerk etti.
Bir bayram daha böyle geçti benim için. Köy hayatının içinde, Mağgönül ailesinin kanatları altında, sessiz, sakin ama bir yandan da epey hareketli. Yine merakımın peşinden gittim, güzellikleri buldum. Ve bir kez daha anladım ki gittiğim yeri keşfetmenin benim için en keyifli yolu koşmak ya da yürümek. Bir de bisikletim olursa ne ala.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.