Annem 70 yaşında ilk defa koroda sahneye çıkıp solo şarkısını söyleyecek…
Daha küçücüktüm, annemin bir dağ kadar uzun geldiği, sesinin gökyüzünü yararak aşağılara indiği yaşlardayım. Pencereden içeri sızan ışık, onun o belirgin elmacık kemiklerini iyice aydınlatıyor, kirpiklerinin üzerine takılıp bakışlarını ışıldatıyordu.
Küçük kurbağa, küçük kurbağa kuyruğun neredee?
Gözlerimi ona dikmiş bakıyorum, şarkıyı onun gibi söylemeye çalışıyorum ama dikkatim kloş eteğinin dalgalarında kayboluyor…
O bir peri kadar güzel, gözlerimi alamıyorum…
Hiçbir zaman onun kadar güzel olamadım.
Hiçbir zaman onun kadar güçlü olamadım.
Hiçbir zaman onun kadar inatçı olamadım niyetlerimde.
Ne öfkem o kadar şiddetli oldu ne de sevgim…
Öyle olmaya çalışıyor muydum bilmiyorum, ancak o benim önümde elinde bayrağı ile yürüdü.
Anlattıklarını dinlemedim ama yaptıklarını izledim. Şimdi belki de bu yüzden vazgeçmemeyi öğrendim, gücün günden güne nasıl inşa edildiğini…
Öğretmenliğini şimdilerde daha net gördüğüm ve insanların birbirlerine sessiz hizmetlerini izlediğim bir yerde duruyorum.
Ebeveynlerin çocuklarını yaşama hazırlamak için yaptıkları şeyler değil, oldukları hal ile öğrettikleri insanlık dersi en vahşi en katıksız eğitimmiş.
Ben iyi eğitildim, okullarda değil, bir doğuranın yaşam sorumluluğunda, azminde, vahşiliğinde…
Öz bilginin kalpten aktığı, aktaranın neyi aktardığını bilmediği, mirasın sadece kendi olarak katıksız geçtiği bir okulda.
Mirasımı gördüm.
Annem gibi olmayacağım diye başladığım bu yolda, annem gibi olmak için uğraşır buldum kendimi.
Öğretmenimi gökte ararken göbek bağımda buldum.
Dedi ki; 70 yaşıma geldim, bisiklete biniyorum, dağlara tırmanıyorum, yogaya gidiyorum (Esra, sen öğretirsin bana biraz daha), şarkı söylüyorum, yaşımı göstermiyorum, başkaları da yapsın, bırakmasınlar kendilerini diye devam ediyorum, diğerlerine de cesaret olur…
İlişkimize bakarsam, bireysel tarihimizde adını sayacağım özellikler değildi bunlar. Orada her şey daha kişisel, daha çekişmeli, daha dolaşıkken; varoluşuna baktığımda kişisel hafızamdan çok farklı birini görüyorum. İyi-kötü diye nitelendiremeyeceğim, benden bağımsız, “anne” tanımından bağımsız, habitatında yeşeren bir çiçek gibi o. Dikenleri de bana değil, açan çiçekleri de, etrafa saldığı koku da… Hepsi kendinden kendine. Ve bu varoluş, bu dünyaya gelişimde bana verilen bir hediye. “İhtiyacın olacak kızım, bu senin ilk kapın” demiş gibi koca evren.
Bir diğer kapım da babam. Yine ilişkimizden bağımsız baktığımda o, her zaman yaşamı seçen bir ruh. Ne yaşına, ne olduğu konuma, ne de diğerlerine bağlı kalmadan, yaşamı kendi dilinde yaşama inadıyla devam ettiren bir varlık. Özgürlüğünü elinden hiç bırakmayan…
Bu iki hediye, çantamıza konulmuş bonuslar gibi. Yolunda ihtiyacın olacak yavrum demiş evren, sen yürürken her ne yaşarsan yaşa, kimler tarafından nasıl büyütüldüğünden bağımsız, alet çantandan çıkarıp kullanabileceğin gizli silahların.
Egodan değil özden, seçimle ve kararla değil, varoluşla aktarılan bir miras.
Varlığınla eş zamanlı hak edilmiş olan…
Sizin mirasınız nedir?
İlginizi çekebilir: Küllerden filizlenen masumiyet: Yıkım, yas ve yeniden başlamak