Bir kupa kahve ve ertelenmiş mutlulukların anatomisi
Üniversite zamanlarımda yurtta kalırken odada bir kahve kupam vardı ama kupa demek tam karşılığı olmaz, çorba kasesinden hallice… Kahveyi de onunla içerdim, mısır gevreğini de onunla yerdim; porselen, kocaman kulplu, kase ile bardak karışımı bir kupaydı. O kadar çok kullanırdım ki benim bir parçam gibiydi. Hatta yurtta kaldığım zamanlardaki fotoğraflarıma bakarken gördüm ki özellikle masada ders falan çalışıyorsam hemen hemen her karede o kupam da boy gösteriyor. Yıllarca kullandım, sonra da kim bilir ne oldu, gitti…
Birkaç gün önce aynı onun gibi bir kupaya denk geldim ve görür görmez aklımdan neredeyse bütün üniversite yıllarım geçmeye başladı. Kaçırır mıyım tabii, hemen aldım getirdim eve. Gelir gelmez de yıkayıp, kurulayıp, ilk kahvesini koydum. Küçük bir nostaljik yolculuğa çıktım, kahvenin ilk tüten dumanı ile elimde kocaman kupamı tutarken… Sonra da şaşırdım kendime; insan aynı anda kaç duyguyu birden hissedebilir ki diye. Bir yandan o yılların heyecanını yeniden duyarken, bir yandan da ne kadar stresli geçtiğini, iki bölümü bir arada götürmenin benden neler ‘götürdüğünü’ hatırladım. Hem özlüyor gibiydim o koşuşturmayı hem de geride kalmış olmasına seviniyordum onca stresli zamanın -sanki şimdi yenileri yokmuş gibi…-
Bambaşka bir şehre gelmiş olmanın verdiği özgürlüğün, keşif merakının, geleceğe dair kurulan hayallerin, hepsi harika duygulardı. Dersler bittikten sonra kampüste kalmaya devam etmenin, ders arası boşlukları kalabalık arkadaş gruplarıyla geçirmenin, aralıksız süren muhabbetlerin, hep bir arada olmanın, okuldan, yakın arkadaşlarından, alıştığın çevreden kopmadan 7’24 okulla iç içe olmanın, hiçbir plan yapmadığında bile ‘hadi Bebek’e inelim’ diyerek gelişen spontan anların… Her şeyin tadı, dokusu, duygusu bambaşkaydı. Bir yandan da çakışan dersler, tersleyen hocalar, arka arkaya gelen sınavlar, stajlar gibi dertler de vardı tabii. İlk çok hasta olduğum zamanı hatırlıyorum mesela, asla iyileşemeyeceğimi falan düşünmüştüm anne çorbası olmadan. Çok karın yağdığı bir kış günü ailemin yanına gidebilme planım iptal olunca ne kadar ağlamıştım… Bu ve bunun gibi pek çok şey daha. Şimdi çok büyük görünmeyen ama o zamanlar çok üzen daha pek çok şey… Uzun lafı kısası, iyi-kötü tüm yaşanmışlıklar bir fincan ile gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Asıl fark ettiğim ise ‘ertelenmiş mutluluk’ sendromuna o zamanlar yakalandığımdı. Yani; o zamanlar da hep ‘Final haftası bitsin, sömestr gelsin, şu dersi bir geçeyim, tatile gidip geleyim, stajlarımı bitireyim, diplomayı bir alayım… o zaman çok mutlu olacağım.’ gibi söylemlerle geçiyordu yaşamım, ‘şimdi’nin de bir farkı yok.
Mutluluğun bir gelecek hedefi olmadığını ne zaman anlayacağız?
O zamandan bugüne fiziki olarak pek çok şey değişse de hayatımda, duygusal ve psikolojik olarak hala aynı benmişim meğer. Hala aynı cümleleri kuran, hala mutluluğu bir sonraki bahara erteleyen, hala ‘başka’ bir şey olduğunda ‘çok’ mutlu olacağına inanan ve hala mutluluğu ‘an’da bulamayan. Sonra düşündüm, aslında ne kadar ortak bir duygu bu. Hemen hemen hepimiz böyle hissetmiyor muyuz, hepimiz ‘şu hafta bir bitsin, şu işleri bir toparlayayım, şu tatil bir gelsin…’ gibi cümleler kurup devamına da ‘işte o zaman her şey harika olacak, çok mutlu olacağım…’ eklemeleri yapmıyor muyuz? Bence evet. Peki, mutluluğun bir gelecek hedefi olmadığını ne zaman anlayacağız? Ne zaman şu anda, bugünde bulmayı öğreneceğiz onu? Ne zaman kovalamayı bırakıp zaten burada olduğunu fark edeceğiz?
Hepimiz, büyük-küçük hedeflerin peşindeyiz. Daha başarılı, daha zengin, daha fit, daha sağlıklı olmak… İstediğimiz tatile çıkmak, hayalini kurduğumuz eve-arabaya sahip olmak, evlenmek, belki de terfi etmek. Kısacası, hayatımızı ‘iyileştirecek’ bir şeylerin, büyük hedeflerin peşinden koşuyoruz. Başarımızı, prestijimizi artırmak, kendimizi geliştirmeye devam etmek, hayallerimizi elde etmek için çalışmak, elbette ki yaşam yolculuğunun bir parçası, ancak fark etmemiz gereken şu ki ‘mutluluk’ o gelecek hedeflerinden biri değil. Çünkü, biz çoğu zaman farkına varamasak da mutluluk, yaşadığımız her anın içinde. Öyleyse; mutluluğu neden hiç gelmeyen ileri bir tarihte arıyoruz?
Şu kadar para kazansam, arabamı değiştirsem, istediğim evde yaşasam… gibi düşüncelerle geleceğe odaklanırken şunu kaçırıyoruz; mutluluk dış koşullardan kaynaklanmıyor. Daha fazla hedef koymak, daha fazlasını istemek, daha çok çalışmak, daha çok kazanmak, çoğu zaman bizi tatmin etmeyen sonsuz bir döngünün içine hapsediyor.
Bir durup düşünün, siz de mutluluğunuzu geleceğe mi erteliyorsunuz? ‘O gün’ geldiğinde mutlu olacağım, cümlesi hep aklınızdan geçiyor mu? Öyleyse siz de anın büyüsünü ve güzelliğini kaçırıyor olabilirsiniz -benim gibi-. Belki de artık hepimiz mutluluğun dışarıda aranacak bir şey olmadığını, içimizde ve anda var olduğunu kabullenmeli, gelecek odaklı değil, yaşam yolculuğunun tadını çıkararak yaşamayı öğrenmeliyiz.
Mutluluk, şimdi ve burada başlar.
İlginizi çekebilir: Geçmişin ışığında: Nostalji, bugünümüze nasıl hizmet edebilir?