Bekçiliğini yaptığımız duyguların etrafında, o boş kafesin çevresinde geçen bir ömür. Adı, öfke olsun, intikam olsun, adı görülmek ve onaylanmak olsun… Hepsi yoksunluktan, alacaklı olmanın getirdiği inançla tutunduğumuz, alacağımızı tahsil edene kadar borçlunun kapısında beklediğimiz “yoksunluk” duygusundan.
Ve bu yüzden bağımlılık ve bu yüzden obsesyon, bu yüzden öfke, bu yüzden dilencilik, çokça talepkarlık ve belki de açlık…
O bitmeyen açlık…
Beslenmemiş bir bebek gibi, tekmelenmiş bir sokak canlısı gibi, ötelenmiş bir varlık gibi, yoksun olduğumuz şeye duyulan sonsuz açlık.
Yaşama, sevgiye, varoluşa, güvene, görünür olmaya, değer görülmeye, şeffkate duyulan açlık.
Açız!
Ağzı açık balıklar gibi, suyumuzun üzerine çıkardığımız ağızlarımızla dileniyoruz.
Dillerimizde açlığımızın sefaleti.
Öfkemizi, acımızı, görünmezliğimizi dillendirip dileniyoruz.
Dilenci balıklar.
Varoluşun dilenen kutsal balıkları…
Biraz öfke, biraz sevgi, küçük başarılar ile bir parçacık dipsiz kuyu midelerine bir şeyler inen ama tekrar, ağızlarını kapatıp, midelerindekilerini öğütür öğütmez dilenmeye devam eden…
Neyin, hangi duygunun başında bu dilenci nöbeti?
Neyin sayıklaması?
Kendi içinden söylediğini sandığın ama bangır bangır bağıran bu yakarış, sürekli tekrar eden bu sayıklama…
Hakkımı bana verin! Bana verin, bana verin, bana verin, verin, verin…
Benim olanı bana verin diyen…
“Sen vermezsen de, ben de ömrümü alacağımı alana kadar burada sayıklayarak harcayıp yerim” diyen.
Kimden ne istediğimizi gördüğümüzde, gerçekten gördüğümüzde…
Bir filden bize orta şekerli bir kahve yapmasını istediğimizi anlıyoruz.
Görmek öyle bir şey, gerçekten görmek.
Bir anda dilenen ağzımız susuyor. Belki de şaşkınlıktan. Belki de kendi kendimize “Ben ne saf mışım?” dediğimiz anda!
İmkansız olanın önünde onlarca, yüzlerce yıl bekledikten sonra.
Deden bekledi, baban bekledi, annen bekledi, sen bekledin…
Ve o fil, o kahveyi hiç yapmadı! Ve hatta o fil, dediğin hiçbir şeyi anlamadı.
O fil, seni görmedi, seni ayrıştıramadı ve senin gözlerinin içine bakıp seninle ne kadar gurur duyduğunu söylemedi. Belki sadece bir çığlık çıktı ağzından, hortumunu sağa sola sallayarak…
Ve sen ağladın, karşında sana bağırana bakarak, bir fil olduğunu hiç ama hiç görmeden…
Sana yapmadığı orta şekerli Türk kahvesini önüne koydun, hortumuyla devirdi yürürken… Kim bilir, belki öylece soğudu köşede…
Ben ne aptalmışım!
Bu kadar yılımı, bir kahveyi beklerken harcamışım.
Dilencilikte ustalaşmış, hayattan kalmışım…
İşte o an, insanın en güçlendiği ve en aciz olduğunu hissettiği an. Ne kadar küçük olduğunu bizzat anladığı ve güç dediğinin de sadece daha büyük bir boşluk olduğunu kavradığı sessiz, sonsuz an.
Boş bir kafes ve başında bir derviş. Kafesi eğitiyor.
Öyle bir absürt komedi.
Pembe bir fil, elinde içtiği kahvenin falına bakıyor.
Masal değil, gerçek… Bu derece bir hayalcilik, öyle bir inanmışlık.
Kimden ne alacağın varsa, borçlu olana iyi bak. Sonra alacaklı olduğunu dilenen ağzına.
Ve belki de, ne yerse yesin doymaya gönlü olmayan küskün kalbine…
Dilencilikten dervişliğe, ustalıktan suskunluğa…
Söylenecek çok şey yok, oluşacak boşluklar var.
Azıcık sessizlik…
İzlemeye bile gerek yok.
Sadece boşluk, sadece sessizlik. O kadar.
Ve tüm balıklar bir anlık duraksamadan sonra dağılırlar. Kimi diplere dalar, kimi ardını döner gider. Ne kadar yemlerse yemlesin yukarıdakiler, dönüp bakmazlar. Suda öylece yüzerler, sessiz, telaşsız bir “su” gibi, suyun içinde yüzerler…
İlginizi çekebilir: Bir deliliğin peşinde tüm insanlık