İnsan bu dünya üzerinde uzun yıllar geçirdiğinde en çok kapılıyor bu hisse; her şeyi ben bilirim düşüncesi. Çok çok biliriz… Dünyanın nasıl döndüğünü biliriz. Bir insan yalan söylediğinde sesinin titrediğini biliriz. Aynaya baktığımızda belki kendimize bile dürüst olmadığımızı da biliriz sonra. Her günün aynı olduğunu biliriz bizler. Yanında uyandığımız adamın veya kadının hayatımızın sonuna kadar yanımızda olacağını biliriz sonra (nasıl olsa sahip olmuşuzdur). Her yaz yeni bir tatil planı yaparken yine çok eğleneceğimizi biliriz (ki henüz o tarihe kadar yaşayıp yaşamayacağımız bile belli değildir, fakat bizler elbet ve yine de biliriz)…
Öyle bir an gelir ki her şeye ve herkese ön yargıyla bakmaya başlarız. Kolayca yorum yapabiliriz yaşamadığımız şeyler konusunda. Kimileri bizim için “yanlış” olur, kimisi “yalancı” olur, kimisi “başarısız” olur ve hatta kimilerine “yalnız” deyip geçiveririz. Fakat hiç düşünür müyüz “Gerçekten bildiğimiz nedir bu yorumları yaparken?” Ya da daha direkt bir soru soralım, “Nereden bilebiliriz o kişinin gerçekten yalancı olduğunu, o yalan anına onu neyin getirdiğini, onu o günlere neyin sürüklediğini? Ve eğer bir adam aşk için yalan söylüyorsa bu onu gerçekten yalancı yapabilir mi? Hangi muhakeme buna gerçekten karar verebilir?” Biz yine de o noktada durmayı ne yazık ki bilmeyiz. Bizim olağanüstü muhakeme yeteneğimiz vardır ne de olsa değil mi? Peki, başkalarına karşı bunca acımasız olabilen bizler, kimse bizi görmediğinde neler yapmaktayız?
Bu akşam soframızda yemek yiyebilmek ve sağlıkla ailemizle birlikte oturabilmek nimeti bizlere bahşedildiğinde bir kez olsun teşekkür etmeyi bilir miyiz örneğin… Evet, bize dışarıdan bakan bir güç olduğunda bu durumda şükretmeyi bilmeyen oluveririz değil mi? Tek bir teşekkür kadar uzağımızda olan (ve yakınımızda olan) bu olup biten ve bugün sahip olduğumuz herhangi bir şey için teşekkür etmeye tenezzül etmeyiz, sadece onlara sahip olmayı biliriz örneğin… Buradan baktığımızda biz nasıl yargılanmalıyız? İşte bu yüzden bildiklerimiz ve bilmediklerimizin terazisi bu derece hassastır.
Ben bu yazımda sizlerle birlikte bilmek ve bilmemek kavramına çok daha yakından bakalım istiyorum. O bildiğimizi düşündüğümüz her şey ile hayatta kaçırdıklarımıza, hayatta gerçeğini bilmeden (yani gerçeğine ermeden) yargılayıp da bir kenara koyduklarımıza, belki kalbimizi kapattıklarımıza, belki bir kez olsun aramaya cesaret edemediklerimize, belki başaramayacağım diye bir kenara bıraktıklarımıza, belki çok sevip de vazgeçtiklerimize… Ama o çok bildiğimizi düşünüp de aslında bilmediklerimize bakalım istiyorum…
Bir evin tuğlaları gibidir bilmek ile edindiklerimiz, bildiğimizi düşündüğümüz her şey ile duvarımızı örmeye başlarız. Bilmek ile ördüğümüz bu duvarlar ile kimilerine geçiş izni veririz kimilerini belki de hayatın çok önemli bir kısmını ise bu duvarların gerisinde bırakırız. O muhteşem duvarlarımızın ardına saklanırız. O sınırları geçmelerine izin vermeyiz. Aslında duvarlarımızı yıkılmaz zannederiz çünkü hem de çok ama çok doğrusunu biliriz… Ve unutur da gideriz gerçekten bilmek için gerçekten bilmemek gerektiğini…
Öyle yüksek duvarlar ile çevirmiştim ki kendimi, dünya tamamen karşımdaydı. Çünkü güven dediğimiz kavram benim için hayatta asla bulunamayacak bir şeydi. Herkes ihanet ederdi; genci, yaşlısı, küçüğü ve büyüğü herkes, arkadaşlar ve erkek arkadaşlar ve babalar ve tüm insanlar, evet herkes ihanet ederdi… Ta ki bu duvarları kendi kendime yıkmaya yani bu paragrafta kurduğum cümleleri “gerçekten nereden bilebileceğimi” sorgulayana kadar.
Bir gün kendi kendime oturup da sorabilmiştim: “Ben gerçekten bu erkek arkadaşın, bu eşin bu babanın ihanetine giden yolu gerçekten nereden bilebilirim? Yaşadım mı, onunla o yolu yürüdüm mü, o zamanları hissettim mi, vicdanını duydum mu? Neye kırıldığını, neye gönül verdiğini ve hayatında hangi sınavlardan geçmekte olduğunu gerçekten ben gördüm mü? İşte sadece dışarıdan bilmek dışında ben gerçekten nereden bilebilirim?” Bu soru hayatımı, güvenimi, anlayışımı, düşüncelerimi ve her şeyi değiştirdi… Günlerce kendimi kapattığı sınırların ardına geçmiştim… Hayat bana “Al sana güven, işte burada” diye haykıran arkadaşları, erkek arkadaşları, adamları, kimseleri (benim olmadıklarını bildiklerimi) bir bir karşıma çıkarmıştı… Neredeydi o çok bildiğim ihanet, güvensizlik? Eğer bu kadar fazla biliyorsam eğer, tek gerçek buysa eğer, tüm insanlar ihanet ediyorsa neden bilmediklerim sapasağlam karşıma çıkmaktaydı? Bildiklerim bilmediklerime dönüştüğünde neden hayat bu kadar çok güzellik sunmaktaydı?
Sevgili Mark Nepo Uyanış isimli eserinde, bizler için bakın muhteşem bir hikaye ile bildiklerimizi ve aslında hiç bilmediklerimizi nasıl yorumluyor:
“İki bilim insanı dünyanın öbür ucundan kalkıp geliştirdikleri teori hakkında fikrini almak istedikleri Hindu bilgeyi ziyarete gitmişler. Eve girdiklerinde bilge, iki bilim insanını nazikçe bahçesine davet edip onlara çay ikram etmiş. Fincanlar ağzına kadar dolu olduğu halde, bilge sürekli çay doldurmaya devam ediyormuş. Çay fincanlardan taşarken, bilim insanları şaşkın, ama nazik bir ifadeyle, ‘Mukaddes efendimiz, fincanlar daha fazla çay almaz’ demişler. Bunun üzerine bilge çay doldurmaktan vazgeçip, ‘Zihinleriniz de bu fincanlar gibi, çok fazla şey biliyorsunuz. Zihninizi boşaltın ve öyle gelin. O zaman konuşuruz’ demiş.”
Bilgi sahibi olmak gerçekten bilmek değildir… Bilgi sahibi olmak, devam eden hayata biliyorum diye dışarıdan bakmaya çalışmak değildir. Bilgi sahibi olmak bilgi dolmak demek hiç değildir. Her şeye rağmen her ne biliyorsak bundan daha ötesi, yani bilmediğimiz muhteşem bir dünya da vardır. Ve öyle güzel bir kader içerisinde, bu dünya ancak ve ancak bilmediğimizi ve bilemeyeceğimizi bildiğimizde, tüm olağanüstülüğü ile belirir…
Bugün bu yazımı okuyorsanız bildiğiniz her şeyi bir kenara bırakarak hayata en azından bir gün için dünyaya yeni gelmiş bir çocuğun gözleriyle bakmanızı dilerim. Bildiğiniz her şeyi unutup sevgiyi, aşkı, arkadaşlığı, tutkuyu, gülümsemeyi, özlemeyi, koşmayı, yürümeyi, öpüşmeyi, sarılmayı ve evet ağlamayı bile yeniden keşfedeceğiniz ve en önemlisi bilmediğiniz her şeye bilerek şükredeceğiniz bir gün dilerim…
İlginizi çekebilir: Sıkı sıkıya bağlı olduklarımız: Kendi yarattığımız hapishanemizden çıkabilmek