Bildiğimizi sandığımız şeyleri gerçekten biliyor muyuz: “Bilmek” nedir?
“Bir şeyin adını bilmekle, o şeyi bilmek arasında devasa bir fark vardır. Bunun farkına erken varmak gerekir” demiş Richard Feynman.
Bilmek, bilmeyi arzu eden insan için merak etme halinden türeyen bir şey aslında. Bir de kendi seçimlerimizin sonucu veya yaşamın akışında gerçekleşen hakikatlerin bizlere kattığı bilgi hali mevcut.
Peki bildiğimizi sandığımız şeyleri gerçekten yaşamadan ne kadar biliyoruz? Gerçekten yaşamak deneyimi neye benzemeli? Bilgi hepimizde aynı mı? Zihinlerimizin bilme açlığını doyurmaksa amaç, deneyim veya merak fark etmeksizin bir şeyi “biliyorum” diyebilmek için kaç kez ve hangi koşullarda tekrar etmiş olmalıyız? Bilmenin bu ve benzeri kıstasları var mı? Olmalı mı?
Mesela doğal afet sınıfındaki deneyimlerin zamanı ve tekrar sıklığı bizlerin elinde değil. Peki ya kişisel seçimlerimizin sonuçları?
Bilmemenin eksiklik olduğu, kötü bir şey olduğu öğretisi ile büyütülmüş nesilleriz. Bilmiyor olmanın sadece bazı konulara özel olsa bile cehaletimizi ortaya çıkaracak olmasına karşın utanç duymaya, kendimizi güvensiz hissetmeye meyilliyiz.
Çoğunlukla küçük yaşlardan itibaren yaşamlarımızın ileriki yıllarında nerede ikamet edeceğimizin, ne iş yapacağımızın ve hatta bekâr/evli, çocuk sahibi olup olmayacağımızın vb. bilinmesinin beklendiği, buna göre planlarımızın olmasının teşvik edildiği yaşamlarımız var.
Hayatın hemen her alanında daha hiçbir şey öğrenmeden veya deneyimlemeden önce bizden bilmemiz beklendi.
Her deprem, her sel, her doğal afet, her kaza, her hastalık birbirinin aynısı mı? İsimler olaylarda yaşananları anlatmaya yetiyor mu? Deneyimse deneyim! Bazı şeyler yaşandı ve görüldü ise eğer “Bunu biliyorum, bu yoldan geçtim” diyebilmek için mutlaka çok korkmak, heyecanlanmak, yaşarken ve/veya sonrasında acı çekmek gibi travmatik izler bırakması gerekli mi?
O büyük tecrübelerimizden birini bugün yeniden belki ikinci, üçüncü defa yaşasak tepkilerimiz, korkularımız, heyecan ve şükürlerimiz öncekinden farklı olur mu?
Daha satır bitmeden, zihinlerimizden evet veya hayırlar gelmeye başladı bile, değil mi? Üstelik yanında yamacında olasılıklarla; şöyle olurlar, bu kez böyle olmazlar listesi ile belki gururlu bir özgüven de cevaba eşlik ediyor.
Sonuçta bu deneyimi daha önce yaşadık. Biliyoruz!? Gerçekte ne olacağına, nasıl ilerleyeceğine zihin çoktan karar verdi.
Sanki yapabilirmiş gibi hayat deneyiminin önüne geçti ve kendini güvende hissediyor. Cevaplar doğru olmasa bile bir cevaba sahip olmak bile yeterli geliyor onun için.
Bulduğumuz cevapların çoğu, özellikle gerçekten bilmeden önce acele ettiğimiz cevaplar, kalpten, içgüdülerden, deneyimden veya en derin bilgeliğimizden değil, zihinden geliyorlar. Korku temelli öğretilerimizin sonucu olarak aslında belki bir hastalık, belki bir deniz fırtınası, belki bir doğal afet, belki pandemi gibi ilk defa tanıştığımız, sonu ve sonuçları gizemini koruyan şeylere karşı savunmasız olmaktan korkuyoruz. Kontrol edemediklerimizden, edemeyeceklerimizden korkuyoruz. Her konuda bir cevap arayan ve bulan zihinlerimizin bile kontrolü bizlerin elinde değilken üstelik.
Sahte olan korkularımız değil, onlar doğal…
İşte tam da bu yüzden sonuç olarak, sahte bilme halleri yaratıyoruz, gerçekten bilmediğimiz cevaplar buluyoruz ve böylece kendi hayatlarımızda “bilmeden” kendimizin sahte deneyimlerini yaratıyoruz.
Oysa ki; bil-mek fiilinin isim hali basittir, yani “bilgiye sahip olma veya farkında olma durumu.”
Bu metni bu satıra kadar okumuşsanız eğer, belki de artık bilmediğimizi bilmenin, bunun doğallığını, gerçekliğini alıp kabul etmenin ve yönetimi biz beşerlerin elinde olmayan daha büyük bir bütünün bilgeliğinin kalbine yerleşmenin zamanı gelmiştir. Bilgi ile olan ilişkimizi kendi cevaplarını arayan soru cümleleri ile farkında olma durumuna, haline evirmenin zamanı.
Bu yolda bilmemek halinde mevcut ve uyanık olmaya istekli olmak, zihnin ve öğretilerin sunduğu kesinliklerle sınırlı kalmadan, kendimizi yanıltan sahteliklere düşmeden, yapabildiğimiz yerde eyleme geçmemizi sağlayacaktır. Gerekli olan şeyler zihinlerimizin durmaksızın bizi yönlendirdiği alanların yerine, hayatın rehberliğine izin vererek sadece yaşamak. Hayatın rehberliğini alıp kabul etmek. Üstelik kontrolü elinde tutmak zorunluluğu, baskısı ve sorumluluğunun ağırlığı olmadan.
Daha açık bir tabirle gerçeği ortaya çıktıkça takip etmek.
Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Doğanızla yüzleşmeye var mısınız: Bir insan, bir kedi ve çok daha fazlası