Beynin mağaraları: Bilinçdışı dürtüler ve bilinçdışı zihin
Bilinçdışı zihin, vücudumuzun kontrol edemediği noktalara ulaşır ve yaşamımızı farkında olmadığımız bir şekilde etkiler. Bir arkadaşımızla sohbet ettiğimizi düşünelim. Kelimelerin nasıl bir hızla ağzımızdan döküldüğü ve karşı tarafın konuşmalarını nasıl bir hızla anladığımız hayret vericidir. Zihnin bilinçli bölümünün tüm kelimeleri, cümle kurulumlarını veya fiil çekimlerini aynı hızda yapması mümkün değildir. Bunu anlamak için ilk defa yeni bir dili konuşmaya çalıştığınız halinizi hatırlamaya çalışın. Devreye giren bilinçli zihin yeni dili otomatik olarak kullanmakta zorlanırken, daha önceden öğrenilmiş ve zaman içinde nöronlara işlenmiş olan ana dilimizi hızla ve dikkat verme gereği duymadan kullanabiliriz. Çünkü bilinçdışı zihin tüm bu görevleri bizim adımıza tamamlamaktadır.
Bizi bilinçdışı zihnimiz mi yönetiyor?
Bilinçdışı zihin, fikirler içinde aynı ölçüde iş başındadır. “Aklıma bir fikir geldi!” dediğimizde bu fikir saatler, aylar, yıllar veya çağlar öncesinden bilinçli zihine ulaşmak için çoktan yola çıkmıştır. Biz “Aklıma bir fikir geldi!” dediğimizde ise bu fikiri iç rahatlığıyla kendimize yontarız, halbuki nöronların uzun bir yolculuk sonrasında tamamladığı ve bilinçli zihne ulaştırdığından en geç bizim haberimiz olur.
Bilinçdışı zihnin insan hareketlerini yönettiğine dair ilk savı ortaya koyan Sigmund Freud, 1873’te Viyana’da tıp okumaya başlamış ve sonrasında nöroloji alanında uzmanlaşmıştı. Psikolojik bozuklukları tedavi etmek amacıyla bir klinik açarak, çalıştığı danışanların davranışlarının farkında olmadıkları bir kaynaktan geldiğini öne sürdü. Freud’un bu savı psikiyatriyi dönüşüme uğratan bir çağın başlangıcı oldu. Freud’dan önce psikolojik bozukluklar şeytan çarpması veya kötü ruhların bedene girmesi olarak adlandırılırken, bu çalışmalarla birlikte bilinçli zihnin sadece buzdağının görünen kısmı olduğu ve asıl mekanizmanın gözlerden ırak olduğu kanıtlandı.
Freud’un çıkarımının gündelik hayatımız hakkında söylediği en önemli noktalardan biri yapmış olduğumuz seçimlerin çoğunlukla farkında olmadığımız çevresel koşullardan etkilendiğidir. Bu noktada verilebilecek en iyi örnek “hazırlama” (priming) adı verilen, koşulun algıyı etkileyebilme durumudur.
Elimizde sıcak bir içecek varken arkadaşımızla ilgili konuşmalarımızda daha yapıcı ve barışçıl, soğuk bir içecek tutarken daha katı ve yargılayıcı konuşabiliriz. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Aslında açıklama çok basittir: İlişkilerdeki sıcaklığı tanımlayan mekanizmaların fiziksel sıcaklık mekanizmalarıyla çakışması ve böylece birbirini etkileyebilmesidir. Benzer bir şekilde sert bir koltuğa oturduğunuzda daha sıkı pazarlık yaparken, kötü kokulu bir ortamda daha katı ahlaki yargılarda bulunuruz.
Şaşırtıcı kısımı ise bilinçdışı zihnin bu faktörlerden etkilenmesi ama bizim bundan haberimizin olmamasıdır. Başka bir deyişle, beynimiz sürekli halde çevresel faktörler tarafından dürtülmekte ve toplanan dürtülmeler bir bilgi olarak depolanarak fikir ve davranışlarımızı etkilemektedir.
Peki, bilinçli zorlama mı yoksa bilinçdışı dürtmeler mi daha güçlüdür?
Araştırmalar bilinçdışı dürtülerin beyni yumuşak bir biçimde yönlendirmesinden dolayı bu dürtmelerin daha üstün geldiğini gösteriyor. Tabi ki bu durum, hem bireysel hayatımızda hem de toplumsal yaşamda edinmeye çalıştığımız olumlu değişikliklere de göz kırpıyor.
Süpermarketlerde sağlıklı gıdaların göz hizasına yerleştirilmesi insanları sağlıklı seçimler yapma konusunda dürter. Havalimanlarında pisuvarlara yerleştirilen sinek resmi erkekleri daha iyi nişan almaları konusunda dürter. Çalışanları istedikleri zaman çıkabilecekleri otomatik emeklilik planlarına yönlendirmek daha iyi tasarruf yapılmasını sağlar. “Yumuşak paternalizm” adı verilen bu dürtme yöntemi çoğu şeyi değiştirmek ve iyileştirmek adına hayatımızda yeni bir kapı aralamaktadır.
İlginizi çekebilir: Kaygılarımız ve nevrozlar: Bilinçaltımız bize neler söylüyor?