İnandıklarımız bizi kendi içimizdeki ruh haline bağlar. O ağızda tanıdık bir his, tanıdık bir tat bırakan, kendimizden bir adım öteye gitmemizi engelleyen halin içinde tutar. Neye inandığımızı bilirsek, onu sorgulayabilir hale geliriz. Neye inandığımızı bulmak bir iştir, bunun için çalışmak gerekir. Söylediğimiz sözlere, durumlar karşısında tanıdık gelen ruh hallerine, tanıdık hareketlere dikkatlice bakmamızı gerektirir. Uyanıklığı şart koşar. Kendine uyanık olmaya!
İçeriden dışarıya bakmaya alışık olan gözü, içeriden içeriye bakmaya çevirmek gerekir. Dışımızdakileri gözlemlemek değil, içimizdekileri gözlemlemeye… İçeride neler oluyor?
Sıkıştığın, mutlu olduğun, üzüldüğün zamanlarda kendine neler diyorsun? Öfkelendiğin zaman kendine ne telkinlerde bulunuyorsun ya da nasıl cezalandırıyorsun kendini?
Otomatik verdiğin cevaplar neler?
İnançlar ile travmalar farklıdır. Kabul ettiğimiz, satın aldığımız, görüp öğrendiklerimiz, kesin çıkarımda bulunup birkaç sözcükle tanımladıklarımızdır inançlar. İlişkilerimiz, hayat, bedenimiz, sosyal konumlandırmalarımız vb… Hep inanç barındırır içlerinde.
Yani yaşadığımız travmalardan, bizi pozitif veya negatif etkileyen olaylardan edindiğimiz kesin çıkarımlar inançları oluşturur.
Örneğin bizi çok yoran ilişkimizden edindiğimiz tecrübe, “Özgürlüğüm elimden gitti” ise, akıl bunu “İlişkiler özgürlüğümü elimden alır” şeklinde kaydeder.
İç dünyamızın basın toplantısında, büyük puntolarla manşetler atılır ve artık konunun sebebi, oraya nasıl geldiği, sonraki tecrübelerin içeriğine bakılmaksızın bu manşet bizim kutsal metnimiz olur.
Her ilişki kapıya dayandığında, bu manşet yanar döner ışıklarıyla aklımızı andan uzaklaştırıp eski anının kucağına atıverir. İşte yine başladığımız noktada yada bıraktığımız yerdeyiz dir. Artık önümüzde bize özgürlük meşalesi yaksalar onu görecek olan gözlerimiz yanar döner manşet ışıklarından kör olduğundan hiçbir şey göremeyiz!
İşte tam burada, “Beni yine zamanın bu kısmına geri getiren nedir?” diye sormalıyız. Oysa biz bu soru yerine “Yine aynı şeyler başıma geliyor, neden ben!?” diyoruz. Bir inanç trenine binip hızla zamanda geçmişe bir yolculuk yaptığımıza uyanık olmalıyız. Kendimize soru sorma biçimimiz, uyanıklık derecemizi de gösterir..
“Beni zamanın bu kısmına geri getiren nedir?”
“Özgürlüğümü alıyorlar.”
Cevap veren, tecrübeni manşete taşımış olan heyecanlı gazeteci parçandır…
“Bu doğru mu?” diye sormalısın. Özgürlüğünü gerçekten alıyorlar mı? Yoksa o zaman şartlarındaki sen, buna yavaş yavaş izin mi verdin? Belki de maruz kaldın ve elinden başka hiçbir şey gelmedi.. Yine de, izin verdin. Ve bunda bir sıkıntı yok. Bazen sadece o kadar yapabiliriz ve bu da başarısızlık değildir. Doğaldır. Öğreniriz, minik minik de olsa öğreniriz, yapmamayı, karşı koyabilmeyi, ses çıkarabilmeyi…
Ve tekrar sorun kendinize,
“Özgürlüğünüzü elinizden alan şey ilişkiler mi?”
Özgürlüğünüzü elinizden alan şey, ilişkileri yaşama biçiminiz, ilişkiden anladığınız şey ile yaşadığınız hayatı aynı potada eritemiyor olmanız, kendinizi olduğunuz gibi ifade edemiyor olmanız vb. olabilir.
Bu durumda, “ilişkiler siz kendinizi olduğunuz gibi ifade edebiliyor ve yaşayabiliyor olduğunuzda sizi kısıtlayan olmaktan çıkar.”
Hatta sizi çoğaltan, genişleten olurlar.
İnancın tam tersinden, yani “İlişkiler beni çoğaltır, genişletir”den yaklaşırsanız… Sizi bu önermeyi dillendirirken rahatsız eden bir şey var mı bakmalısınız.
Buna inanmıyor olmanın yanı sıra daha ince bir bakışla, sizin bundan rahatsız olma sebebiniz nedir?
“Bunun aksini duymamış olmanız”, “etrafınızda hem kendi olup hem de ilişkisini özgürce yaşayan bir örnek bulunmuyor olması”, “olumlu yönünü düşlemenin hiç aklınıza gelmemiş olması” olabilir.
Ali Şeriati’nin İnsanın Dört Zindanı isimli kitabında kısaca anlatıldığı gibi; insanı insan yapan özelliklerden biri sorgulaması, biri yaratıcılığı, biri de seçim yapabilmesidir. “Bunlar olmadığında, insanı kamil olunmaz” der ve tamamıyla katılırım.
Tecrübelerin o koordinatlarda yaşanan birer noktacık olduklarını ve koordinatlar değiştikçe deneyimin değiştiğini, dolayısıyla sabit olmayan bilincin bir durumu sabitlemesinin yegane sebebi “sorgulama” eksiğidir.
“Olan şey aynı şey midir?”
Seçim yapma kısmına geldiğimizde, kendimize tekrar bakıp, “Seçim mi yapıyoruz, yoksa önümüzde bize dayatılanı mı kabul ediyoruz?” diye sormalıyız.
Çünkü inanç dediğimiz şey, bir düşünce manipülasyonudur.
Eğer seçim yapabilmemiz için ikinci veya üçüncü seçenekler yok ise, burada da durup “sorgulamalıyız.” Çünkü sonsuz olasılıklar içinde, bir şeyi tek seçenek olarak görüyorsak orada ya illüzyon vardır ya da biz bir düşünce kalıbının içine sıkışmışızdır.
Ve son olarak da yaratıcılık… Bildiğinizin dışındaki yerlere kapılarınızı açmak. Düşüncenizi çeşitlendirin, seçenekler yaratın. İnandığının tam tersine yol almak, düşlemek ve düş için adım atmak…
“İlişkiler benim özgürlüğümün şahididir.”
“İlişkiler özgürlük alanımı genişletir.”
Nasıl mı?
Çünkü siz, hiç kimse değilsiniz. Bütün dünya güneye gidiyor olabilir, siz kuzeye gidin! Herkes bir inancın kölesi olmuş, bunu onaylamak için ömrünü harcıyor olabilir, siz risk alın ve bağımsızlığı seçin!
Seçim yapın! İnsan gibi…
Bir deneyim, genelleme olmasın. Deneyim, denendiği noktada, o koordinatta kalsın.
Tüm Türkler Müslüman değildir, tüm almanlar mühendis değildir, tüm erkekler duyarsız değildir, tüm kadınlar dırdırcı değildir, tüm zenginler züppe, tüm fakirler mağdur değildir… Ve genellemeye uyanlar da var ise, bu bir problem değildir! Bunun kötü, tü-kaka olduğuna dair inancı genelleyip, kabul etmeyi bırakmalıyız. Genellemeler bizi köleleştirir.
İnançlarımız genellemelerden gelir.
Ne kendinizi ne de başkalarını genellemeyin. Böylelikle sürprizlere, değişimlere, her anın ışıltısına yer açın. Gözünüzdeki “zaten…” ile başlayan gözlüğü çıkarın. Hatta “zaten” kelimesini sözlükten silin. Her şey, her an yeni ve hep yepyeni!
Aynı insanla ikinci, ellinci buluşma da yeni ve yepyeni! Her ilişki yeni, siz her seferinde yenisiniz, karşınızdaki de yeni ve yepyeni!
Yeniye yer açın.
Her şeyden bağımsız ve hür olun!
İlginizi çekebilir: Yaşamın sorumluluğunu almak: Bu sorumluluk yük değil, bir kutlamadır