Ne hayaller biriktirdik! Üniversite yıllarında şehrin ortasından göğe yükselen cam binalarda çalışmayı hayal ettik, sonra içerisi görülen o cam binalara girince, dışarıyı göremez olduk. Bilgi sayan ekrana boş boş baktığımız bir anda kahvemizi yudumlarken, “acaba ufak bi’ cafe mi açsam?” diye düşündük, hem ev kurabiyesi de yapabilirdik. Evet, artık bu işte çalışamazdık, nereye kadar canım! Gençliğimiz elden gidiyordu. Kurardık kendi işimizi, kendimiz için çalışırdık. Herkes nasıl yapıyorsa biz de yapabilirdik.
Ama yapamadık!
Yapamadık ve ‘comfort zone’ olarak lügatımıza giren afilli kelimeye sarılarak hayal etmeye devam ettik. Ben de devam ettim. Taa ki bir sabah işe giderken dinlediğim o şarkı sözlerinin beynimde yarattığı ağır depresyonu hissedene kadar! Şarkıya tekrar dönerim ama ben bu hale nasıl döndüm öncelikle oradan başlayalım.
Hayaller zamanla değişiyor
Eğer siz de benim gibi hayallerini bir deftere yazanlardansanız fark etmişsinizdir: Hayaller zamanla değişiyor! Renkli kalemlerle yazdığım hayal listelerimi zaman zaman açıp okurum, eklemeler yaparım, severim onları. Ama gerçekleşme olasılığından uzaklaştığını fark ettiğim anda üzerini çizip listemden çıkartmasını da bilirim. Bu işlemi de öz güvenden değil, deneyimden kaynaklı yaparım. Zamanında hayaller uğruna çok vakit ve emek kaybetmişliğim vardır.
Bazen de insan, uğruna ne hayaller kurduğu şeylerin gün gelip içinde yaşadığında artık kendisine hizmet etmediğini fark ediyor. Tabii benim bu durumu fark edemediğim de oldu; bir mutluluk arayışı içinde, ana sorunu görmeden farklı açılarda kendime dertler yaratarak boğulduğum ve ana konudan uzaklaşarak mutluluk için attığım her adımda kaybolduğum… Kısaca kalbimin sesini duyamadığım zamanlar.
Yıllar önce kurduğum hayali gerçek zamanlı yaşarken kendi kendime sorgulamaya başladım. Ben bunu neden hayal etmiştim? Camları açılmayan kırk katlı bina içinde saatlerce oturmak, her gün aynı saatte kalkmak, aynı saatte yemek yemek, sonucu aynı toplantılar yapmak, aynı spor salonuna gidip aynı aynaya bakmak… Kısacası, arkadaşım telefonda “naber nasılsın?” diye sorduğunda, “aynı devam, bi’ değişiklik yok” demek. İşe her gün farklı kıyafetle gitme isteğimin aslında günümü farklılaştıracak tek öğe olduğunu biliyordum artık.
İşte bu kısır döngüler içinde kaybolduğumu fark ettiğim anda ise iki seçenek belirdi kafamda. Birincisi ‘elalem’in sesini dinlemek, ikincisi kalbimin sesini dinlemek.
Büyük bir boşlukta dolu dolu yaşama oyunları
İçinde yaşadığımız sistem haftanın günlerini belli oranda sunuyordu bana. Küçükken beş gün okul, iki gün oyun gibi düşünürdüm, şimdi ise beş gün iş, iki gün yaşamak gibi bir hale gelmişti. Hayat benim hayatım olmasına rağmen ne günlerin oranını belirleyebiliyordum, ne de içeriğini. İtiraf ediyorum, eve Cuma girip, Pazartesi çıktığım çok olmuştur. Kirasını ödemek için çalıştığım evde haftanın iki tam günü oturmuşum çok mu?
Siz hiç mesai saatlerinde İstanbul sokaklarında dolaştınız mı? Bu kadar insan işsiz miydi, neydi amaçları? İşte olmaları gereken zamanda ne yapıyorlardı? Kafeler dolu, her yer cıvıl cıvıl. Hafta içi gün ışığı görmek ne de hayat dolu bir şeydi. Oysa ben hafta sonuna sıkıştırılmış, büyük bir boşlukta dolu dolu hayat yaşama oyunları oynuyordum. ‘Black Mirror’ izleyip iç çekmekten, Change.org’ta imza atmaktan ibaretti hayata tepkim. Doğaya olan hasretime derman, belgeseller vardı sadece.
Malum şarkıya dönelim; zaten bildiğim bu şarkı o gün dinlediğimde apayrı bir his uyandırdı bende. Sözleri bana ayna tutuyordu, resmen iç sesim olmuş çığlıklar atıyordu.
Dokuz altı yollarında
Bir zincir boğazımda
Sıkar sıkar gevşetemem
Ağlayamam
Savrulmuşuz odalara
Bahara ve dağlara hasret
Şu gördüğün döner koltuk
Sanki ömür törpüleyen rulet
(9/6 Yollarında, Söz – Müzik: Efkan Şeşen, Cover: Yaşar Kurt)
Gitmek mi, kalmak mı zordu?
Ne istediğimden çok, ne istemediğimi anladığım anda karar verdim yola çıkmaya. Sonuçta ne istediğimi yolda bulmak daha gizemliydi.
Son iki yıldır alışverişi durdurmama rağmen ne de çok şey biriktirmiştim. Taşınırken hepsine yan gözle baktım. Kıyamadıklarımı bir köşeye ayırıp “sizinle tekrar görüşeceğiz” diyerek koliye yerleştirdim ve İstanbul’un ücra bir semtinde depoya bıraktım. Ne zaman tekrar görüşecektim onlarla? Hiçbir fikrim yoktu, bu fikirsizlik şirin bir gülümseme bıraktı yüzümde.
Cep telefonum dışında üzerime kayıtlı hiç bir fatura yoktu artık. Üniversite yıllarında değerini bilemediğim bu durum, şimdi inceden bir huzur kaynağıydı benim için. Kendimi Güney Amerika’nın kollarına attığımda beni sarmalayacağını biliyordum. Öyle de oldu…
Beni Instagram üzerinden takip etmek için buraya tıklayabilirsiniz.
İlginizi çekebilir: Şilili Jose’ye mektubum: Bir insan neden yola çıkar?