Günümüzde, “beslenme bozuklukları” denince aklımıza bireyin kendi vücuduna fazla önem vermemesinden kaynaklanan “fiziksel” rahatsızlıklar geliyor. Fakat, beslenme bozukluklarının yalnızca “fiziksel” yönlerini ele alırsak konuya sığ yaklaşmış, psikolojik faktörlerini esirgemiş oluruz.
Beslenme bozukluklarını, bireyin doğmadan önce ve yaşamının sonuna kadar aksiyon ve düşüncelerini etkisi altına almış, bilinç dışı bir kuvvet olarak görebiliriz. Peki bu bilinç dışı kuvvetin güç birikimini aldığı temel nedir? Nasıl bu kadar güçlü oluyor ki, yaşam boyu duygusal zekamızı, ilişkilerimizi ve fiziksel sağlığımızı himayesi altına alabiliyor? Anoreksiya Nervoza, Bulimia Nervoza gibi “beslenme bozukluklarının oluşumunu tetikleyen psikodinamik faktörler” incelenmesi gereken olgulardır.
“Çocuk gelişim psikolojisi” dünyasında ismi sonsuz önem taşıyan Bronfenbrenner; “İnsan Davranışının Deneysel Ekolojisi” adlı kitabında bir çocuğun gelişimini incelerken mikro, mezo, ekso ve makro sistemleri gibi her dışsal faktörün mutlaka incelenmesi gerektiğini savunuyor. Bunun sebebi; bizi “biz” yapan, sadece düşüncelerimiz, tepkilerimiz ve duygularımız değil; doğduğumuz ortam, yaşadığımız düzen, aile kuramımız, ailemiz ile geniş çevremizin etkileşimi gibi daha kapsamlı faktörlerin etkiliyor olması. Dolayısıyla beslenme bozukluklarının temelinde yatan faktörleri incelerken çevresel etkileri ele almak oldukça önem taşıyor. İşte beslenme bozukluklarını tetikleyen psikolojik faktörler…
1. Bir annenin gebelik sürecinde yaşadığı duygusal değişimlerin etkisi
Ebevynlerinin doğmasını çok istediği bir çocukla, istenmeyen bir çocuk tamamen farklı bir duygusal çevrede yetişir. Anne ile çocuk bağı o kadar kuvvetlidir ki çocuk henüz doğmadan önce, annenin “yeni bir bebeğe sahip olma” konusundaki endişeleri bebeğe yansır ve istenmeme duygularıyla aşırı stres empoze edilir. Bu tip çocuklar, doğduklarında korku içindedir, annelerinden ayrılmak istemezler ve hayat boyu birine “bağımlı olma” ihtiyacı duyarlar. Bu anne-çocuk bağlılığını “sembiyotik ihtiyaç” olarak tanımlayabiliriz.
Piaget’e göre; bir bebek özellikle 18 ayını tamamlamadan önce, sembiyotik dönemdedir; dolayısıyla her türlü yönlendirmede rol modeli olan anneye ihtiyaç duyar; temel ihtiyaçlarını annesi giderir. Yaş ilerledikçe bireyin sorumlulukları artar, kimseye bağlanmadan kendi ayakları üstünde durmak zorundadır, kısaca “otonomi dönemi” başlar. Fakat, anneden çocuğa geçen bu otonomi dönemine geçme korkularından dolayı; çocuk, birey olma yolunda “beslenme eylemini” tek başına gerçekleştirmekte zorlanır.
2. Aile içi yaklaşımların etkisi
Yukarıda belirttiğimiz “otonomi döneminden sembiyotik döneme geçememe” sürecini “yıkıcı sembiyotik dönem” olarak adlandırabiliriz. Bu yıkıcılık neden oluşur? Ebevynlerin çocuklara yaklaşımı nedeniyle… Ebevynlerin çocuklarına yaklaşımlarına örnek olarak ev içerisinde kullanılan bazı diyalogları gösterebiliriz.
“Bu çatı altında olduğun sürece…” ile başlayan cümleler, “Kurallara uymazsan dışarı çıkamama cezası alırsın” gibi tehditler, “Bak o arkadaşına, o senin gibi yapmazdı” gibi karşılaştırmalar, çocuğun hayatındaki atacağı adımları atmasında engel teşkil eder. Bu negatif söylemlerin yanı sıra ebevynler, çocuklarına sevgi içerikli cümleler kullanırken istemsizce sosyal gelişimlerine tehdit oluşturabilirler. Örneğin; bir babanın kız çocuğuna “Küçük prensesim” olarak hitap etmesi, o çocuğun yaşının ilerlemesine rağmen kendini küçük ve savunmasız hissetmesine neden olur, bu da “bağımsız” bir bireye dönüşmesine engeldir. “Bağımsız” bir birey olamadıkları için kendi başlarına “yeme kararını” alma hakkına sahip olamadıklarını düşünürler.
3. Çocuk kalma içgüdüsü, kadınsı beden gelişimini baskılama isteğinin etkisi
Hilde Bruch’a göre; eğer bir çocuk kendi cinsel kimliğinin farkına vardığı dönemindeki çatışmasını çözümleyememişse, ileride cinsiyetinin getirdiği sorumluluklara ve gelişimine kendini hazır hissetmez. Örneğin, bir kız çocuğu, “kadın” olma yolunda ilerlerken otonom bir kadının sahip olduğu yeni sorumlulukları benimseme konusunda güçlük çeker. Bu sorumluluklardan kaçma isteğinin altında yatan ana sebep “özgüvensizliktir.” Bu özgüvensizlikten gelen kendi cinsiyetinin sorumluluklarından kaçma ihtiyacını bastırmak için çocuk, yaşı ilerledikçe oluşan feminen gelişimlerine meydan okur. Sağlıklı ve düzenli beslenme sonucu oluşan “göğüs büyümelerine” ve “vücut kıvrımlarına” engel olmak adına yemek yemekten kaçınır.
Son olarak, beslenme bozukluklarının oluşumunu “günlük alışkanlıklar”, “yanlış saat seçimleri”, “meslek gereklilikleri” gibi daha somut etkenlerle sınırlarsak psikolojik faktörleri ele almadığımız için “doğru tip beslenmeyi” sürdürülebilir bir hayat ideolojisi haline getirmekte güçlük çekeriz. Bahsedilen bu psikodinamik yönlerine ne kadar hakim olursak o kadar bilinçlenip, bu “bilinçdışı kuvvetin”; duygusal zekamızı, ilişkilerimizi ve fiziksel sağlığımızı himayesi altına almasını minimalize etmiş oluruz.
İlginizi çekebilir: Yeme bozuklukları ve altında yatan psikolojik nedenler