Kim istemez muhteşem, sevgi dolu ilişkiler yaşamayı? Kim istemez yaptığı her işte başarılı olmayı? Kim istemez zengin olmayı? Kim istemez mutlu, doyumlu bir hayat yaşamayı? Kim istemez sağlıklı olmayı? Kim istemez kendini başarılı, değerli ve önemli hissetmeyi?
Herkes ister. Ancak; sende bunların biri, birkaçı veya hiçbiri yoksa ve etrafına baktığında “sana göre” bunların birine, birkaçına ve hatta hepsine sahip insanlar varsa, sence hata nerede?
İlgili yazı: Mutluluğun düşmanı olan 10 kötü alışkanlık
Freudçu yaklaşıma göre kişiliğimiz, 0-5 yaş arasından ebeveynlerimizle yaşadığımız ilk hayat deneyimlerimizle şekilleniyor. Freud’un Oral dönem olarak tanımladığı 0-1,5 yaş arasında bebeğin, anne memesiyle yeterli teması sağlamaması, dokunma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarının zamanında ve yeterli doyurulmaması ileride aşırı eleştirel, aşağılayıcı, suçlayıcı, aşırı konuşan, aşırı sigara ve yeme alışkanlığı olan bir kişilik gelişimine yol açmaktadır.
Anal dönem olarak adlandırdığı, 1,5-3 yaş arasındaki tuvalet eğitiminin çok katı ve disiplinli olması ise aşırı mükemmeliyetçi, aşırı düzenli, kontrolcü, katı görüşlü, ya çok cimri ya da çok savurgan bir kişilik gelişimine yol açmakta.
3 yaşına kadar temel ihtiyaçları yeterince ve zamanında karşılanmayan, ardından dayak yiyen, cezalandırılan, aile içinde şiddet, öfke gibi olumsuz duygulara maruz kalarak büyüyen çocuk bilinçaltına ve bilinç dışına kaydettiği başta değersizlik ve yetersizlik gibi olumsuz inançlarıyla bir kişilik geliştirir. Bu gelişen kişilikle, durumlar karşısında verdikleri tepkiler ve yaptıkları seçimlerle deneyimlerini yaratır. Yaşadığı bu deneyimleri, olumsuz inançlarını teyit edecek şekilde algılayarak yine benzer davranışlar ve seçimler yapar. Bir döngü halinde sürer gider. Sonuçta bilinçaltı ve bilinç dışında kayıtlı değersizlik ve yetersizlik inançlarını teyit edecek deneyimleri, yaşayacak olay ve kişileri hayatlarına çekerler.
Bu kişiler ne kadar iyi eğitim alırsa alsın, ne kadar iyi işlerde çalışırsa çalışsın, hayat karşılarına kendilerini değersiz ve yetersiz hissedecekleri deneyimleri çıkartmaya devam eder.
Bu deneyimler kişinin en derin yaralarının olduğu yerlerden gelir. Sevgi görmeyen, dokunulmayan çocuk, dayak yemeyi bile bilinçaltında görüldüğünün, önemsendiğinin bir göstergesi kabul eder. Yaşadığı ilişkilerde sürekli kendine fiziksel veya psikolojik şiddet uygulayan, O’na kendini değersiz hissettiren kişileri hayatına çeker, çoğu zaman çektiği acıya ve mutsuzluğa rağmen buna tutunmaya devam eder ve ilişkiden çıkamaz.
Ailesine maddi ve/veya manevi yük olduğu, sevilmeye değer olmadığı inancıyla büyüyen çocuk, hayat boyu ne yaparsa yapsın arzu ettiği başarıda ve doyumda kendini görmez, hissetmez.
Bu yaşanıyorsa değersizlik inancı, şu yaşanıyorsa yetersizlik inancı gibi kesin bir ayrım olduğunu söylemiyorum. Daha pek çok olumsuz inançlarımız da var. Söylemek istediğim bilinçaltındaki bu olumsuz inançlar, kişinin hayatında en çok korktuğu alanlarda kendini tekrarlayan olumsuz sonuçları doğurur. Sürekli terk edilmeyle biten ilişkiler, tekrarlayan finansal sıkıntılar ve para kayıpları, başarıya ulaşamayan girişimler, aldatılmalar…. Kişi kendine çektiği kişi ve olaylarla bu inançları kendisine teyit eder.
Hayatının herhangi bir alanında mutsuz olan kişilerle konuştuğumda en çok duyduğum;
“ Ben istemez miyim mutlu olmak? Ama…..”, “ Ben istemez miyim mutlu bir ilişki yaşamak, bir aile kurmak? Ama ……..”, “ Ben istemez miyim zengin olmak? Ama……”.
Haklılar. Elbette bilinçli zihinlerinde istiyorlar ama bilinçaltında “Ben yetersizim. Ben değersizim. Ben sevilmiyorum. Ben hak etmiyorum.” diyen bir yazılım işlerken, bu pek de mümkün değil. Burada önemli olan doğduğu aileyi, çevreyi, geçmiş deneyimlerini, dünyanın gidişatını suçlamayı daha doğrusu bahane bulmayı bırakıp, kendinde yaratacağı dönüşümle birlikte hayatının değişebileceğini fark etmesi, anlaması ve inanmasıdır.
E peki geri dönüp ana babamızı , doğduğumuz yeri değiştiremeyeceğimize göre bu hep böyle mi gidecek, ya da bir çıkış yolu var mı?
Hatırladığımız ya da hatırlamadığımız (çok büyük kısmını hatırlamıyoruz) yaşadığımız her deneyimin beyinde ve hatta bedende bir kaydı mevcut. Yıllar içerisinde oluşan bu kayıtlar beyinde DMN (default mode metwork) adı verilen bir ağ oluşturuyor. Bu ağ farkındalığımızın olmadığı her an duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı yönetiyor. Gerek enerji düzeyinde farklı şifa teknikleri ile, gerekse zihinsel düzeyde farkındalık meditasyonu ve terapilerle yeni bir network oluşturmak ve duygu-düşünce-davranış döngüsünü değiştirerek hayatımıza yeni bir yön vermek mümkün.
Sonuç olarak bil ki; her ‘ama’, olduğun yerde durmak için bir bahane.