X

‘Belki de rahatsız olmalıyız’: Hatay’da yardımlaşma

Önemli uyarı: Bu içerik duygusal ve psikolojik açıdan tetikleyici ögeler içerebilir. Travma sonrası stres bozukluğu, duygu durum bozuklukları gibi olumsuz ruh hallerini deneyimliyor veya risk taşıyorsanız okumaktan kaçınabilirsiniz.

Kusura bakmayın, rahatsız edeceğim. Tam da yavaş yavaş normal hayatımıza dönmemiz gerektiğini konuştuğumuz, hatta dönmeye başladığımız zamanda. Arabadayız. Süleyman Abi’nin normalde hat aracı olarak kullandığı servisinde. Arkada koliler, önde biz. Pek konuşmuyoruz. Camdan dışarıya bakıyoruz. Her yer enkaz. Kimi yan yatmış binaların, kimi tuz buz olmuş. Ayakta duranlardaysa derin çatlaklar var. İçinde yaşanabilecek tek bir bina bile kalmamış. Yollar boş ve karanlık. Öğlene rağmen. Hatay’da hiçbir şey normal değil. İstanbul’dayken yaptığımız sohbetleri düşünüyorum. Normalleşmeyle ilgili olanları. Hani şu, hayatın devam ettiğinden, kendi rutinimize dönmek zorunda olduğumuzdan bahsettiklerimizi. Meğer hiç sırası değilmiş normale dönmenin, diye geçiriyorum içimden, yol kenarındaki yıkık binalara bakarken. Ama bu süreçte yapılan her şey, verilen her tepki normal, diyorum kendi kendime. Umursamamak da, tatile gitmek de, hiçbir şey yapmamak da, görmezden gelmek de, yemek yemeyi unutmak da, sürekli yemek de, dans etmek de, şarkı söylemek de, gülmek de, eğlenmek de, ağlamak da… Her şey normal ve hiçbir şey normal değil. Ve yine o soru takılıyor aklıma. Biz ne yaşıyoruz?

Kimse gelmedi.” diyor Süleyman Abi. Camdan bakmayı bırakıp Süleyman Abi’ye dönüyoruz. “İlk gün Düzce’den, Ankara’dan arkadaşlarım geldi. On iki saat sonra buradaydılar. Kim vardı diye sorarsanız, sadece onlar vardı. Düzce’den, Ankara’dan gelen arkadaşlarım vardı. Başka kimse yoktu.”  Kısa bir es veriyor.  Devam etmek için zamana ihtiyacı varmışçasına. “Ayakta durmak imkansızdı.” diye devam ediyor ve ardından bir es daha. “O duvarların çatlama sesi…” Gözleri doluyor, sesi titriyor. “Asla unutamam.” Susuyor. Kelimelerin, yaşadıklarını anlatmaya asla yetemeyeceği yere geliyor. Daha fazla devam etmiyor konuşmaya. Eliyle gözlerini siliyor, bir iki derin nefes alıyor. Üçümüz birden susuyoruz. Öyle çok şek konuşuluyor ki o sessizlikte. Sonra, belki de sessizliğin yoğunluğundan, “Hadi arayın.” diyor Süleyman Abi.

“Geldik mi?”
“Hayır ama çok az kaldı.” İhtiyaç sahibine telefon ederken, “Açınca bana verin.” diye ekliyor. Dediğini yapıyor, ihtiyaç sahibi telefonu açınca Süleyman Abi’ye veriyoruz. Arapça konuşuyorlar. Arada geçen Türkçe kelimeler dışında pek anlamıyoruz. Yine de tahmin ediyoruz ne konuştuklarını. Biraz ileride, yol kenarında duruyoruz. Yolun karşı tarafından birisi geliyor yanımıza. İhtiyaç sahibi.
“Neresi?” diye soruyor Süleyman Abi, Arapça. Ya da yakın mı diye, bilmiyorum.  İhtiyaç sahibi tarif ediyor. Süleyman Abi, arka kapıyı açıyor ve ihtiyaç sahibine binmesini söylüyor, yine Arapça. Sonra bize dönüyor, “Çok yakın değilmiş, taşımasın kolileri.” diyor ve ihtiyaç sahibinin tarif ettiği gibi, sokak aralarına sapıyor. Yaklaşık beş dakika sonra ihtiyaç sahibinin ailesiyle birlikte yaşadığı çadıra varıyoruz.
“Kahve mi çay mı?” diye soruyor aileden biri, biz aracın arkasındaki kolileri teslim ederken.
“Teşekkür ederiz, içmeyelim. Daha dağıtacağımız bir sürü koli var.”
“Kahve mi çay mı?”
“Gerçekten, teşekkür ederiz, zahmet olmasın.”
“Kahve mi çay mı?”
“Peki, kahve olsun o halde.”

İçirmeden bırakmıyorlar. Çadırlarının önündeki masanın çevresine oturuyoruz. Aile fertleri de orada. Üç sade kahve geliyor, karton bardakta. Biz, hiç konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Nasılsınız, diye soramıyoruz mesela. Sorulamaz çünkü. Onlar anlatıyor, biz dinliyoruz. “Annemin kaburgaları kırıldı.” diyor içlerinden biri ve devam ediyor. “Bu depremler alttan vuruyor. Yürüyebilmeye, hareket edebilmeye imkan yok. İşte annemi yattığı yerden bir fırlattı…” Anne karşımızda oturuyor, gülümseyerek. Hiçbir şey söylemiyor. Sadece bize bakıyor ve sürekli gülümsüyor.

Kahvelerimizi bitiriyor ve kalkıyoruz. Biz gidene kadar gülümsüyor anne. “Isıtıcı da istemiştik ama?” diyor ailenin bir diğer ferdi, cevabını bildiği bir ses tonu ve yüz ifadesiyle. Zar zor cevap veriyoruz. “Depoda da yok, olsa mutlaka gönderirlerdi. Ama siz sürekli talep edin, depoya gelir gelmez gönderirler.” Depremzede aileye ısıtıcı veremediğimiz için suçlu hissediyoruz. Belki de anlıyor böyle hissettiğimizi, “Tamam, tamam.” diyor. “Teşekkür ederim.” Biz yine de suçlu hissetmeye devam ediyoruz. Depremin ilk günlerinden beri. Yemek yerken, su içerken, üşümekten şikayet ederken ve daha bir çok şeyden dolayı suçlu hissediyoruz. Sonra, “hayır” diyoruz kendi kendimize. Suçlu hissetmemeliyiz. Başkalarının almadığı sorumluluğu biz yüklenmemeliyiz. Suyumuzu içerken, en az bir yudumunu deprem bölgesinde suya ihtiyacı olanlar için içmeye niyet ediyoruz, yemeğimizi yerken onlar için de yiyoruz. Korkuyoruz, tedirgin oluyoruz, İstanbul depremini düşünüyoruz. Daha şimdiden kendi derdimize düştüğümüz için utanıyoruz. “Biz İstanbul için çok endişeliyiz.” diyor aynı ailenin fertlerinden bir başkası. “İstanbul, İzmir, Ankara, buralar ülkenin temeli, bunlar yok olursa her şey biter.”  

Süleyman Abi arabayı çalıştırıyor. Sesi duyunca ön koltuktaki yerlerimizi alıyor ve sıradaki koliyi sahibine teslim etmek üzere yola koyuluyoruz.

“Buraya yakın bir adres vardı. Önce ona gidelim.” diyor Süleyman Abi.
“Tamam.” diyoruz. “Sen nasıl istersen.”
“Tekrar arasanıza.”

Arıyoruz. Açılınca Süleyman Abi’ye veriyoruz telefonu. Arapça konuşuyorlar. Bu sefer arada hiç Türkçe kelime geçmiyor. Konuşması bitiyor, telefonu bize uzatıyor. Pek emin sürmüyor arabayı. Adresi tam anlamamış gibi bir hâl var üzerinde. Bir sokağa giriyor, sonra, yok, diyor beden dili, burası değil. Geri geri çıkıyor sokaktan. Sağa sola baka baka, yavaş yavaş ilerliyor. Ardından başka bir sokağa giriyor, burası olsa gerek, diyen bir beden diliyle. Hemen sonra yine geri geri çıkıyor sokaktan. “Burası da değilmiş.” diyor içinden. Bir an önce bulmak istiyor. Biz de öyle. Bir an önce tüm kolileri teslim etmek istiyoruz. Yol kenarında birini görüyoruz ve hemen duruyoruz. Süleyman Abi gideceğimiz yeri soruyor.  Adam önce tarif ediyor Arapça, sonra,

Ben de oraya gidiyorum. İsterseniz takip edin.” diyor.
“Yol açık mı?” diye soruyor Süleyman Abi.
“Açık.” diye cevap veriyor adam. “Orada enkaz yok.”

Adam önden yürüyor, biz arkasından arabayla takip ediyoruz. Sık sık dönüp kontrol ediyor, ne durumda olduğumuzu. Bir süre sonra duruyor. Hemen ardından biz de. Burası, diye işaret ediyor eliyle yol kenarındaki çadırları göstererek ve bizi bırakıp yürümeye devam ediyor.  Arkaya geçip kolileri hazırlıyoruz. Diğer çadırdakiler bize bakıyor. İhtiyaç sahibini soruyoruz.

“Geliyor.” diyorlar. “Şu köşedeki çadır onun, kapısına bırakabilirsiniz.” Kolileri çadırının kapısına bırakıyor ve arabanın yanında ihtiyaç sahibinin gelmesini bekliyoruz.
“On beş gün oldu sipariş vereli, hâlâ gelmedi.” diyor yan çadırdan biri.
“Çok fazla sipariş var, biraz uzun sürüyor. Yakında mutlaka gelir.” diye cevap veriyoruz. Depodaki gönüllü sayısının ve gelen yardımların ilk zamanlara göre çok azaldığından söz etmiyoruz. Depremin ilk günlerinde sadece tek bir STK’ya ait 400 gönüllü varken, şimdi toplamda 80-90 gönüllü olduğunu, bu yüzden işlerin yavaşladığını da söylemiyoruz. Sonra bir başka depremzede geliyor yanımıza, “Bu siparişleri nereden veriyoruz?” diye soruyor. İhtiyaç Haritası WhatsApp Talep Merkezi’nin telefon numarasını veriyoruz.
“+90 850 242 43 84, bu numaraya WhatsApp üzerinden mesaj atarak sipariş oluşturabilirsiniz.”
“Teşekkür ederim.” diyor ve kaydediyor numarayı.
“Siparişinizin kayda geçmesi için, sistemden ‘teşekkürler’ mesajı gelene kadar soruları yanıtlamaya devam etmeniz gerekiyor.” Tamam, anlamında başını sallıyor. O sırada kolilerini teslim ettiğimiz ihtiyaç sahibi geliyor. İsmini söylüyoruz teyit etmek için:
“Evet, benim,”
“Oraya bıraktık.” diyoruz kolilerini göstererek.
“Teşekkür ederim.” diye cevap veriyor hafiften gülümseyerek. Hemen çadırına gidiyor ve tek tek içeri alıyor kolilerini.
Tam arabaya binerken, “Başka kimlere gideceksiniz?” diye soruyor, uzun zamandır siparişinin gelmesini bekleyen ihtiyaç sahibi. Elimizdeki listeyi gösteriyoruz. Neredeyse hepsini adreslerine kadar biliyor.

“Abi sen de herkesi tanıyorsun.” diyoruz gülümseyerek.
“Ben emekli zabıtayım.” diye cevap veriyor, durumun hoşuna gittiğini belli eden bir tavırla. Ardından Süleyman Abi’ye dönüyor, yakın olan adresleri tarif ediyor, Arapça.
“Önce şuna gidebilirsiniz.” gibi bir şey söylüyor, “En yakını o.”

Süleyman Abi arabaya biniyor. Hemen ardından biz de. Bir sonraki ihtiyaç sahibini arıyor, adresini öğreniyor, kolisini teslim ediyoruz. Sonra bir diğer ihtiyaç sahibini, ardından diğerini. Tam on dört ihtiyaç sahibine kolisini ulaştırıyoruz. On beşinciye geldiğimizde, artık bir şeyler yememiz gerektiğini fark ediyor, yol kenarında tezgah açmış bir dürümcü görüyor ve hemen park ediyoruz arabayı. İhtiyaç sahibi telefon ediyor o sırada:

“Ne diyelim?” diye soruyoruz Süleyman Abi’ye.

“20 dakika sonra söylediği yerde olacağımızı söyleyin.” diyor. Hemen sonra, “Ya da verin, ben konuşayım.” Süleyman Abi’ye veriyoruz telefonu. Nerede olduğumuzu söylüyor ihtiyaç sahibine. Üç dürüm sipariş ediyoruz. Biri maydanozsuz, biri etsiz. Dürümlerimiz hazırlanırken ihtiyaç sahibi geliyor arabasıyla, “Burada oturacak yer yok. Gelin bizim bahçeye gidelim, orada masada yersiniz.” “Tamam.” diyoruz. “Biz gidelim, dürümleri arkadan getirirler.” diye ekliyor ihtiyaç sahibi.

İhtiyaç sahibi önde, biz arkasında, yola koyuluyoruz. Bir iki sokak geçtikten sonra, bahçeli bir evin önünde duruyoruz. Arabasından inip “Burası.” diyor ihtiyaç sahibi. Önce kolilerini veriyor, sonra bahçedeki masaya oturuyoruz. Sağ tarafımızda iki katlı bir ev. Yıkılmamış ama ağır hasar almış.

“Bizim ev ayakta ama içine giremiyoruz. Alt kat sağlam, oraya birkaç depremzede eşyalarını bıraktı.” diyor ihtiyaç sahibi ve köşedeki çadırı göstererek ekliyor. “Kendi imkanlarımızla şu çadırı yaptık, orada kalıyoruz.” Biraz duruyor ve ardından devam ediyor konuşmasına. “Ben İstanbul’dayım normalde. Depremi duyar duymaz çıktım, geldim. Sonra annem geldi. Evini gördü, ağladı, ağladı, gitti. Adana’da şimdi. Burada kalmak istemedi.”

Karışık turşu tabağa geliyor masaya, çeri domatesle birlikte. Birkaç dakika sonra da dürümlerimiz. Bir yandan yiyoruz, bir yandan da sohbet ediyoruz. Biraz İstanbul’dan bahsediyoruz, biraz depremden, biraz da depremzedelerden. İhtiyaç sahibinin telefonuna gelen mesajlarla ara veriyoruz sohbete. Mesajlarını hızlıca okuduktan sonra “Yarın avukatlarla buluşma olacak. Depremzedelere haklarını anlatacaklar. Hala biz neden onların ayağına gidelim, diye mesaj atıyorlar.” Çok kısa bir es veriyor ve devam ediyor. “Ya ben şimdi bunlara diyecek bir şey bulamıyorum. Adamlar ta nerelerden bizim için gelmişler. Deprem sonrası haklarımızı anlatmak, halkı bilinçlendirmek için.” Biraz duruyor ve ekliyor: “Gerçekten anlamıyorum.”

“Haklısınız.” diyoruz. Dürümlerimizi bitiriyor, çöplerimizi poşete koyuyoruz.
“Bu arada, ödemeyi arkadaş yapmış.” diyor Süleyman Abi, ihtiyaç sahibine bakarak.
“Teşekkür ederiz.”
“Afiyet olsun.”

Son koliyi sahibine teslim etmek için yeniden yola koyuluyoruz. Bu sefer mesafemiz biraz uzun. Yani, diğerlerine göre. Daha önceki siparişleri götürürken, Harbiye Şelalesi’nden bahsetmişti Süleyman Abi, “Orayı görmenizi çok isterdim.” demişti. “Zamanımız olsaydı götürürdüm.” Biraz durup eklemişti. “Bu bölgeyle ilgilenmediler. Eskiden bir vali ilgilenmek istedi, bir baktık, adam başka yerde.” Sonra türbelerden bahsetmişti, “Biz türbelere inanırız.” demişti. “Şifa bulmak için hep türbelere geliriz. Şeyh Yûsuf el-Hekîm Türbesi var mesela, en meşhuru o. Bilir misiniz?” 

“Hayır.” demiştik. “Bilmiyoruz.”

“Şimdi o tarafa gidiyoruz, gösteririm.” diye devam etmişti cümlesine direksiyonu sağa doğru kıvırırken ve eklemişti. “O kadar çok isterdim ki buraları görebilmenizi.” Bir marketin önünde durmuştu ardından. “Burası olmalı, arayın isterseniz.” İhtiyaç sahibini arayıp telefonu Süleyman Abi’ye vermiştik. Önünde durduğumuz marketin adını söylemişti Süleyman Abi ve Arapça devam etmişti konuşmasına. Telefonu bize verdikten sonra yavaştan hareket ettirmişti arabayı. “Biraz daha ilerisiymiş.” demişti sağ taraftaki hafif eğimli yola doğru ilerlerken. Başka bir marketin önünde durmuştuk biraz ilerledikten sonra. İsmini kontrol etmiştik, doğruydu. İhtiyaç sahibinin söylediği market burasıydı. İki üç çocuk vardı marketin önünde. Yanımızdaki oyuncaklardan ve kakaolu sütlerden vermiştik çocuklara. Yolun başındaki türbe gözümüze çarpmıştı bu sırada. Süleyman Abi’ye sormuştuk:

“Abi bahsettiğin türbe bu mu?”
“Evet, burası.”

Biraz bakmıştık türbeye, uzaktan. Yıkılmamıştı. Hasar alıp almadığı bulunduğumuz mesafeden belli olmuyordu. Sonradan öğrenmiştik ama. 20 Şubat’taki depremde biraz hasar almıştı Şeyh Yûsuf el- Hekîm Türbesi.

Köşede ihtiyaç sahibi görünmüştü, yanında çocuklarla.

“Neresi?” diye sormuştu, Süleyman Abi.
“Biraz ileride.” demişti ihtiyaç sahibi. Hep beraber arabaya binip, ihtiyaç sahibinin yaşadığı yere gitmiştik. İlk önce oyuncakları ve kakaolu sütleri vermiştik çocuklara.
“Evde kardeşim de var, onun için de alabilir miyim?” diye sormuştu çocuklardan biri. Çıkarıp kardeşi için de vermiştik. Sevinmişti. En çok da kardeşine oyuncak ve kakaolu süt götüreceği için sevinmiş gibiydi. Erkek olan beğenmemişti oyuncağını.
“Benimki hiç güzel değil, ben bunu istemiyorum.” demişti yanındaki kızlara ve sormuştu. “Değiştirelim mi?”
“Hayır.” demişti kızlar. “Senin şansına o çıktı. Hem biz kendimizinkileri sevdik, vermeyiz.” 
Arabaya bindiğimizde Süleyman Abi sormuştu. “Ulu Camii’yi bilir misiniz, o da yıkıldı.”
“Evet, biliyoruz.”
“Hiçbir şey kalmadı Hatay’da. Camiiler, sinagoglar, her yer yıkıldı. Oysa o kadar güzeldi ki buralar. Öyle çok isterdim ki görebilmenizi.” Sonrası sessizlikti. Ne biz bir şey söyleyebilmiştik, ne de Süleyman Abi devam etmişti konuşmasına.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Süleyman Abi, normalden daha hızlı sürüyor artık aracı. Bir an önce son kolileri teslim edip, ailesinin yanına gitmek ister gibi bir hal var üzerinde. Kavşakta bir tabela çarpıyor gözümüze, üzerinde Harbiye Şelalesi yazıyor. Tabelanın gösterdiği yöne doğru gidiyoruz ve sağ tarafımızda bir mavilik beliriyor.
“Harbiye Şelalesi burası mı?”
“Evet.”

Yıkık binalar arasından şelaleyi görmeye çalışıyoruz. Karanlıkta. Görebildiğimiz kadarıyla. Yine hiç konuşmadan, hiç yorum yapmadan. Son kolileri teslim edene kadar. Tam on altı ihtiyaç sahibine kolilerini teslim ettikten sonra dönüş yoluna geçiyoruz. Depoya doğru. Hatay Expo 21’e. Burası Afet Platformu çatısı altında toplanan STK’ların, sistematik bir şekilde depremzedelere hizmet götürdüğü bir yer. Sistem şöyle: Tıpkı normal bir fabrikada olduğu gibi, depo istasyonlara bölünmüş durumda. Gıda, hijyen, çocuk giyim, oyuncak, kadın giyim, erkek giyim, iç çamaşırı gibi. Toplam on istasyon, her istasyonda da bir şef ve gönüllüler var. Her gün bir sürü tır geliyor depoya. Tırlardaki koliler indiriliyor. Gelen malzemeler ayrıştırılıyor ve istasyonlara yerleştiriliyor.

Bir yandan da gelen siparişler sahiplerini ulaştırılmak üzere kolileniyor. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde. O kısım da şöyle: İstasyonlarda çalışan gönüllülerin dışında bir de market arabalarıyla runnerlar var. Runnerlar gelen siparişi alıyor ve istasyon istasyon dolaşıyorlar. Mesela gıda istasyonuna gidip diyorlar ki, “7 kişilik aile, 2 çocuk” Gıda bölümü aileye uygun koliyi hazırlıyor. Üstüne runnerın ismini yazıp koliyi kenara koyuyor. Aynı şekilde, sipariş alacakları tüm istasyonları geziyor runnerlar. Ta ki ihtiyaç sahibinin siparişi tamamlanana kadar. Sonra bir sonraki siparişe geçiyorlar, sonra bir sonrakine. Tabii iş sadece runnerlara siparişlerini teslim etmekle bitmiyor. Çuval çuval patates ve soğan geliyor depoya. Patateslerin çoğu çamurlu ve ıslak. Çuvallar açılıyor, çamurlu patatesler tek tek silinip kontrol ediliyor. Yenilebilir  durumdakiler poşetleniyor, çürükler atılıyor. Çamursuz patatesler ve soğanlar da aynı şekilde kontrol edilip, poşetleniyor. Ardından gıda kolisi hazırlayanlardan biri geliyor, “Çok sipariş var. Ne durumda?” diye soruyor. “Tamam.” diyor patatesçiler, “Hallediyoruz.” Kendi istasyonunda o gün için yapacak işi kalmayan gönüllüler durur mu? Duramıyorlar tabii. Gidiyorlar başka bir istasyona:

“Yardım lazım mı?” diye soruyorlar.
“Evet.” diye cevap veriyor istasyondaki gönüllüler.
“Ne yapıyoruz?”
“Çocuk kıyafetlerini ayırıyoruz. Yeni doğan, 3-6 yaş, kız/erkek gibi kategorilere göre. Çok kötü durumdakileri şuradaki çöpe atıyoruz. Bir de iyi durumda olan ama yıkanması gerekenler çıkıyor. Onları da yıkayıp göndermek üzere, şu poşete koyuyoruz.”
“Tamam.” diyor yardıma gelen gönüllüler ve hemen çalışmaya başlıyorlar. Biraz sonra istasyondakilerden birinin canı çay çekiyor:
“Kafeden çay alacağım, isteyen var mı?” 
“Ben isterim.” diyor bir gönüllü. “Ben de.” diye ekliyor bir diğeri.  
“Herkese getiriyorum.”
“Evet. Yardıma geleyim mi?”
“Yok, taşırım.”
“Aa bir şey söyleyeceğim. Yanına bisküvilerden de alsana.”
“Tamamdır.”

Evet, depoda bir de kafe var. Afet Cafe. Çayı, kahvesi, tostu, bisküvisi, meyve suyu, hiç eksik olmuyor. Tabii ki hepsi ücretsiz. Tüm bunlara ek olarak, bir de “Bu kafede sevgi ön yargısı var.”

Aklımda Afet Cafe’nin çayı, Süleyman Abi’ye soruyoruz.

“Abi sen nasıl buldun bu depoyu?”
“Ben önce yakınlarım için bir şeyler taşıyordum. Sonra bir tanıdık burayı söyledi, ben de başladım.” diyor ve ekliyor. “Sağ olsunlar mazotumu koyuyorlar. Ben de elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”
“Ne iyi ediyorsun…” diyoruz yaptıkları için minnettar olduğumuzu belirten bir ses tonuyla.
“Siz taa İstanbul’dan geldiniz?” diye cevap veriyor. Gururlanmıyoruz. Belli belirsiz gülümsüyoruz sadece. Dayanışmanın gülümsemesi.
Depoya döndüğümüzde gönüllülerden biri soruyor:
“Bilin bakalım bugün kaç kişiye yardım ulaştırdık?”
“Kaç?”
“Üç bin!” diyor sevinçle. Depoda geçen her günün sonunda, yardımın ulaştığı kişi sayısı açıklanıyor. Her günün sonunda yeni bir rekor kırılıyor. İşte o sayının açıklandığı an gözlerde oluşan hüzünle karışık mutluluğu, tarifi imkansız hisleri, ben buradan kelimelerle anlatamıyorum. Birbirini yeni tanımış insanların, böyle bir ortamda, bu kadar güzel nasıl çalıştığını açıklayabilirim ama. Çünkü burada, ego, nefret, ayrımcılık, sevgisizlik yok. Sevgi var, paylaşım var, birliktelik var,  mizah var, dayanışma var, umut var. İşte tam da bu nedenle, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın (Tog), bir sosyal medya paylaşımında dediği gibi, “Umutsuzluğa kapılırsan, dayanışmayı hatırla!”

*Not: Depoda şu anda çok fazla gönüllü ihtiyacı var. Gitmek isterseniz, Afet Platformu çatısı altındaki STK’larla iletişime geçebilirsiniz.

İlginizi çekebilir: Ağrı Dağı’nın zirvesine doğru: Türkiye’nin zirvesine tırmanış günlüğüAğrı Dağı’

Nihan Yığın: Yazmayı, seyahat etmeyi, başkalarının hayatlarına tanık olmayı, hikayeler dinlemeyi, bu hikayeleri yazarak paylaşmayı sever. “Issız bir adaya düşsen yanına ne alırsın?” deseler, ilk söyleyeceği defter ve kalem olur. Issız bir adaya düşmeyi çok ister. Doğayı, dağları, yüksekleri, yürümeyi, tırmanmayı sever. Aldığı eğitimlerle, yaptıklarıyla ön plana çıkmaktan hoşlanmaz. Yoga yapar, yoga öğretir. İnsanların kalbine dokunmak, birilerine iyi gelmek ister. Yazarak, dinleyerek, paylaşarak...
İlgili Makale