Bedenin sesi sana ne söylüyor?

“Ruhsal açıdan acı çekmiyorum, sadece fiziksel olarak hastayım” diyen bir danışan…

Bedeni ruhsallığın dışında anlamaya çalışıp yorumlamak, ruhsallığı da beden olmadan anlamlı kılmak mümkün değildir. Beden, daima duyulmak, göremediklerinizi dile getirmek ister, sustuğu zaman da, acılar, ağrılar ya da döküntüler yolu ile konuştuğu zaman aslında onu anlamlandırmamızı ister.

Peki biz nasıl oluyor da ruhsal acımızı fark edemiyoruz? Başka bir ifadeyle bedenin ızdırabı kaynağını nereden alıyor?

Erken çocukluk döneminde yaşanılan kayıplar, duygusal yoksunluk, ailenizin onayını almak için bazı istek ve arzularınızdan vazgeçmeniz gerektiğinin size aktarılması, ebeveynlerinizin sevgisini koşullu olarak hissedebiliyor olmanız, onları asla hayal kırıklığına uğratmayacak kadar sadık olmanız gerektiği inancı, öfke, acı, üzüntü gibi olumsuz duyguların ifadesinin mümkün olmadığı bir ortamda büyümek, çocuğun bu duygularını kapsayacak, onu sakinleştirecek duygusal kapasiteye sahip bir annenin yokluğu ve bu nedenle çocuğun rahatsızlık veren hislerinden kurtulmak için başa çıkma yöntemi olarak geliştirdiği ‘inkarın’ öğrenildiği, ayrıca olumlu ya da olumsuz duyguların aile tarafından değer görmemesi nedeniyle duygularını ifade etmenin önemsizleşmesi, böylelikle onların bastırıldığı ve fark edilemeyen bir hale dönüşmesi…

Tüm bu yaşantıların izleri birer kişilik özelliği olarak benliğinize katılmaktadır.

Bir yetişkine dönüşüldüğü yıllarda ise, yine aynı şekilde “o kadar hassas olma”, “duygularını dinlemek yanıltır” gibi cümlelerin çokça duyulduğu, akılcılığın bu yolla yüceltilmeye çalışıldığı bir sosyokültürel toplumda var olmanın ve içinde ifade edemediğin öfkeyi biriktirmenin bazı hastalıklara yakalanma riskini arttırarak bedeninizin çığlıkları olarak görünür ve somut bir hal aldığını biliyor muydunuz?

Küçüklüğünde, ailesi ile çatışan istekleri yüzünden sorun yaşamamak ya da onların onayını alabilmek adına vazgeçmeyi öğrenen kişinin, yetişkin bir birey olduğunda da kendi arzu ve isteklerini göremeyen, partneri ya da çocukları için kendi hayatından vazgeçebilen kişilere dönüşmesi oldukça sık rastlanmaktadır. Hatta birçok danışan kendi istediği türde bir hayatı şekillendirmeye çalışırken başkalarını hayal kırıklığına uğrattığını düşünerek yaşadığı suçluluk ve kendini bencil hissetme gibi onları zorlayan bu duyguları terapiye taşır.

Dr. Gabor Mate; kanser, ALS, ülser, reflü, bağırsak hastalıkları, kronik yorgunluk, fibromiyalji, migren, cilt rahatsızlıklarının büyük bir kısmı, otoimmün hastalıklar gibi rahatsızlıklar ile boğuşan hastaların hemen hepsinin yaşamlarının önemli bir bölümünde ‘hayır’ demeyi öğrenmemiş kişiler olduğunu, temelde yatan duygusal baskının ise hepsinde var olduğunu söylemektedir.

Burada karşımıza çıkan hastalığa yakalanmış kişilerin önemli ortak özellikleri ise:

  • Başa çıkma stratejisi olarak bastırmanın kullanılması,
  • Duygusal kapasitenin yetersizliği,
  • Onaylanmak için kendi istek ve ihtiyaçlarından vazgeçmek,
  • Hayır diyememek, sınır koymada zorluk, aşırı kontrolcülük, mükemmeliyetçilik,
  • Hayatı hissettiğin deneyimlerle yaşamak yerine kalıp yargılar aracılığı ile deneyimlemeye çalışma,
  • Başkalarından yardım isteyememek ve aşırı yük sırtlanmak, güçlü görünme çabası,
  • Duyguların inkarıdır.

Bu bağlamda en basit anlatımla duygular; bağışıklık sistemimizi, hormonlarımızı, stres düzeyimizi etkiler. Hormon üretimi de psikolojik stres ile bir etkileşim içerisindedir.
ABD Ulusal Kanser Entitüsü’nde (1985) yapılan araştırmalar, hormonların kanser tümörlerinin tetikleyicisi ya da engelleyicisi olduğunu göstermektedir ki, “öfke gibi güçlü duyguların bastırılması, maruz kalınan psikolojik stresi genişlettiğinden kanser riskini de haliyle arttırmaktadır” denilmektedir.

Bundan dolayıdır ki; hayatında doğru beslenme alışkanlıklarına sahip, alkol ve sigara gibi maddeler kullanmayan, hatta düzenli spor yapan bireylerin kanser ya da diğer otoimmün hastalıklara yakalanması sadece genetik yatkınlıkla açıklanamamaktadır.

Hayatta mutsuz hissettiğin anlarda onu geçiştirip, görmezden gelmek yerine ya da hemen kendini başka bir şey ile oyalamaya çalışmak yerine biraz bu duygu ile kalıp “Ya, evet bir süredir kendimi iyi hissetmiyorum, birçok şeyi doğru yaptığımı düşünüyorum aslında ama eksiğini hissettiğim ne o halde?” gibi bir soruyu kendine yöneltip üzerinde biraz düşünmek, hissettiğin öfkeyi sağlıklı bir biçimde ifade edebilmenin yolları üzerine çalışmak, hayatta acı, üzüntü ve ölümden kaçamayacağınızı kabul edip bu zorlayıcı durumlarla ilgili tutumlarınızı ve ilişki biçimlerinizi gözden geçirip yapabileceklerinizin keşfine varmak, hayatının sana ait olduğu bilinci ile sana ait anlamlar ve hedefler yaratmak…

Söylemesi kolay ama belki de yapabilmek için çaba isteyen bu bakış açısını geliştirmediğin, önce kendin iyi hissetmediğin takdirde unutma ki bu eksiği bedenin sana farklı yollarla göstermeye devam edecektir. Kendine gölge ettiğin için göremediklerine ışık tutar beden…

İlginizi çekebilir: Zamana ayak uydurmaya çalışırken unuttuğumuz bir ben var

Aslı Songün Uzman Psikolog
Haliç Üniversitesi Psikoloji Bölümü 2003 yılı mezunuyum. Aynı üniversitede yaptığım Psikoloji yüksek lisansını “Çocukların Sahip Oldukları Denetim Odağının, Algıladıkları Ebeveyn Çatışması İle İlişkisi” konulu ... Devam