Bambaşka iki yüzü olan gösterişli ve gizemli şehir: Milano
Bir türlü sıranın gelmediği Milano, sonunda sıra sende! Hey sana diyorum, seni anlatacağım, neyinden başlamalıyım sence? Alışveriş kenti imajın var ki o bana hiç uymadı Milano. Sakladığın o diğer karanlık tarafı sevdim. Işıl ışıl olan yüzün lüks içinde ve yapay. Senin o son gün keşfettiğim bohem havan ve gece hayatın beni etkiledi. O lüks mağazalarla dolu caddelerle beni bir an hayal kırıklığına uğratıyordun, yalan değil. Ama kabul etmeliyim iyi toparladın. Ne güzel demiş Murathan Mungan “saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir” diye. Neler sakladığını ve saklayamadıklarını masaya yatıralım. Başlıyorum öyleyse.
Milano geçen haftaki yazı dizimin aslında ilk ayağı olmalıydı –okumayanlar bir önceki yazıya göz atabilir– ama ben dayanamayıp aralardan bir sevdiğim başka şehirleri anlattım size. Hayat yeterince aynı kareleri yaşatıyor, senaryoda değişiklik yapabileceğim bir platform bulmuşum çok mu?
İtalya seyahatinin 6 gecesinin ilk 2 gecesi ve son gecesi olmak üzere toplamda 3 gecesi Milano oldu. Aralarda ne yaptığıma değineceğim, daha sonra sizi çok güzel yazılar bekliyor.
Milano merkeze gelmek metro ile çok rahat. Kaldığımız otel de tam merkezde, birçok yere yürüme mesafesinde. Metrodan Duomo’ya çıkış anı gerçekten güzeldi. “Milano’da olduğunu ilk anladığın an hangisi?” derseniz, o an!
Otelimize eşyaları bırakarak kendimizi direkt Duomo’daki “Galleria Vittorio Emanuele II”ye attık. Burası dünyanın en eski alışveriş merkeziymiş. O kadar muazzam ve popüler mağazalar ile dolu ki aklınız şaşıyor. Mesela size kahve molasını Prada mağazası içindeki kafede verdik desem, yazının başında söylediklerimle çelişir miyim? Ama değdi ve kesinlikle uygundu. İnanmazsanız deneyin ve görün. Duomo Meydanı çok hareketli, hem gündüz hem akşam. Biz de burada yemek yemek ve akşam da bir şeyler içmek için kaldık ve ilk günü Milano’da böylece bitirdik.
İkinci gün bambaşka bir yere gitmek üzere kalktık, bunu burada şimdi anlatmayacağım. Çünkü tüm gün Como Gölü gezisi içeriyor. E bu da ayrı bir yazıyı hak eder bence. Ben aradaki 2 geceyi de geçerek sizi Milano’daki son geceye ışınlıyorum.
Milano’da son gün, bir arkadaş tavsiyesi ile otelimizin Duomo istikametinin tersinde ama çok yakınında kalan Navigli bölgesine geçtik. İşte film burada kopuyor zaten. Bayıldım tek kelime ile. Gerçek Milano işte benim gözümde budur. Buraya kesinlikle akşam gelinmeli. Amsterdam havasında, kanal hattı boyunca her iki tarafı boydan boya kafe, bar ve restoranlarla kaplı. Bu kanalın iki yakasını da taş bir köprü birleştiriyor. Sabaha kadar devam eden barlar da göze çarpıyor. Milano’ya geliniyorsa kesinlikle denenmeli. Bu şekilde kanal boyunca dolaşarak kendimize yemek yemek için bir yer seçtik.
Milano’da bu bölge fiyatlar açısından diğer bölgelere kıyasla yarı yarıya. Şarap desen ev şarabı diye geçiyor -klasik İtalya tarzı- muhteşem tatta artık kanıksadık. Kaldığımız her akşam bir şişe kırmızı şarap olmazsa olmaz. Yanında makarna veya pizza… Tamamdır. Yemekten sonra yine arkadaş önerisi olan Mug Cafe adında popüler bir mekana geçtik. Gerçekten de çok kalabalıktı. Buralarda da trend bizdeki gibi sokaklara taşmak. Kolektif bir enerji yayıyor, senden ona, ondan sana geçen. Herkes kendi keyfinde. Hava da mis gibi bir yaz havası. Tek olumsuz yan ise sivrisineklerdi. Bunun nedeni maalesef kanal hattı sanırım. Bu kafenin devamında da kanal hattının her iki yanını gezip bitirdikten sonra, son akşam hüznü ile otelimize yürüdük.
Milano için söylenecek çok şey var aslında, bolca yürüyüş içeren keyifli bir şehir. Metro, tramvay hatları ile ulaşım çok kolay, illa yürümek mi lazım derseniz. Bir daha görülmeyi hakediyor Milano. Sırf Navigli için değer. Bunun dışında metropol havasında küçük bir İstanbul adeta. O yüzden yabancılaşmadık ama kendimizi çok da ait hissedemedik buraya. Ne de olsa büyük şehirlerden denize kıyıları olan o güzelim Ege kasabaları hayalleri olan klasik bir beyaz yakalıyız.
İlginizi çekebilir: Arnavut kaldırımlar, kalabalık meydanlar ve romantizm: Roma’da herkes Romalı