Yaşamda genişlemek; içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye sonsuz bir hareket.
Her şey birbiri üzerinden dönüşüyor. Halihazırda bildiğimiz yeteneklerimiz, güçlü veya zayıf olarak nitelendirdiğimiz özelliklerimiz, daha önce denemediğimiz mecralarda yeniden hayat buluyor. Hiç bir araya gelmez sandıklarımız birbirlerine yarenlik ediyor.
İkilik dünyası, fraktalda boyut ve şekil kazanıyor.
Bu yavaş yavaş yukarı tırmanmadır, bu Babil kulesinin inşaatına kaldığımız yerden devam etmektir.
Hikayeye göre zamanlar öncesinde insanlık tek bir yerde yaşarken ve bizim anladığımız anlamda dilleri yokken birlikte vakit geçirmekten öyle çok hoşlanıyorlarmış ki; hep beraber bir kule inşa etmeye karar vermişler. Böylelikle hem beraber çalışabilecekler, hem de kule bitince beraber yaşayabileceklermiş.
Günler, aylar, yıllar geçmiş. Dur durak bilmemiş kulelin inşaatı. İnsanlar hallerinden öyle memnunlarmış ki, bir türlü inşaatı bitirmek istemiyorlarmış, bu yüzden de kule yükseldikçe yükseliyormuş.
Bu durumu izleyen tanrılar iyice endişelenmeye başlamışlar.
Biri diğerine yaklaşıp; “Eğer biraz daha yükselmelerine izin verirsek bize yakınlaşıp bizim gibi olacaklar!” demiş telaşla.
Sonra tanrılar toplanıp bir karar vermişler ve tüm insanlığa lanet olarak 7 dil indirmişler. Dilleri kabul eden insanlar, o güne kadar mükemmel bir uyum içindeyken, yeni dilleri kullanarak birbirlerini anlayamaz, anlaşamaz olmuşlar ve aralarında kavgalar başlamış.
Böylelikle hem kule yarım kalmış, hem de insanlar dağılmış.
Yükselişleri yarıda kalmış, insanlar öz dillerini unutarak, zihinsel dillere teslim olup kendi içsel yolculuklarından, bağlantılarından vazgeçmişler. İçerisi ve dışarısı ile olan bağı ve dengeyi kaybetmişler.
Yaşamda her şey içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye doğru bir mobius şeridi gibidir. Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, sebebin sonuç, sonucun sebep olduğu, sürekli olarak birbirini besleyen döngüler halinde…
Babil kulesi de aslında aynı metaforu kullanmıştır. Yukarı doğru fraktal yapıda dönerek yükselen kule, aynı zamanda bizim sarmal DNA’mızdır. İnsan dışarıda bir şey inşa ettiğini düşünürken, aynı zamanda içeride bir şey inşa eder.
Bu durumu daha net görmek için, sebep-sonuçtan uzaklaşmak, zihni olasılıklara açmak gerekir. Elbette bu, “bilinçli cahillik” ile olur. Yani; bile isteye bildiğin her şeyi bırakarak.
Çünkü idrak ile bilmek arasında da fark vardır. İdrak çiçeği bilgi dolayısıyla açar ama sebebi o değildir.
Karışık mı oldu?
Yani, siz pikniğe gidip dinlenmek istersiniz, fakat orada hayatınızın aşkını bulursunuz ve piknik-dinlenme ihtiyaçlarının birer bahane olduğunu anlarsınız.
Sizi pikniğe götürecek sebep bilgidir. Gidince dinleneceğinizi bilirsiniz. Bilgiye açlık duyduran şey de yorgunluğunuz. Doyum hissettiren de planlamadığınız karşılaşmadır ve her şeyin bu karşılaşmanın bahanesi olarak, adımları olarak kullanıldığını idrak edersiniz. Sebebiniz sonuç, sonucunuz sebep olur. Pikniğin konu ile alakası kalmamıştır, yorgunluk da önemini yitirmiştir.
“Öğretilmiş” olan, “doğru” diye dikte edilen her şeyden sıyrılıp kendi gözlerin, kendi aklın, kendi kalbin ile hareket etmelisin ki, bağlantıdaki tezahür gerçekleşsin. Bunun için de gözlemcin ve gözlemleyen bilincin açık olmalı.
Aklımızın sınırlarını, yaratıcılıktan anladığımızı, yaşamdan anladığımızı tekrar süzgeçlerimizden geçirelim. Elimizdeki araçları nerelerde kullanabileceğimize bakma zamanı.
Yaratıcılığımızı kullanma zamanı.
Bunu böyle söylenince, çok sabit bir şekilde akla “sanat” geliyor. Oysaki sanat, sanat dışındaki mecralarda da var olabilir. Yani yaratıcılığı, yaşamı düzenlemek, yeni dünya kurmak üzerine başka katmanlarda seyrederek yapabiliriz. Fraktal yükseliş, yukarı kayan merdivenlerden kastım bu. Sınırlarımızı esnetmek.
Yan yana gelmez denileni aynı potada eritmek.
Simyacılık.
Bu güçlü bir dönüşüm olur.
Bir sanatçının, yaratıcı çözümlerini veya zarafet dolu isyanını politikada kullanması, fikrini anlatamanın binbir çeşit yolunu bulması ne kadar güzel olmaz mı?
Ya da bir yöneticinin eğitmen olması… Küçücük çocuklara, üretmenin, kendini yönetmenin ne demek olduğunu anlatması!
Bizler öğrendiklerimizi, sadece “belirlenmiş” bölgelerde kullanmaya söz veren, “titr”leri içinden çıkmamaya yemin etmiş canlılar mıyız?
Neden içimizdeki renkleri, yaşamın her yönüne yansıtamayalım?
Neden, bir uyanmış insan, egosunu eğitmeyi başarmış ve zarafet ile sevgiyi yönetebilen biri ülkeleri yönetmesin?!
Neden bir sporcu, bedenlerini kullanamayanlara bedeni hareketlendirmeyi öğretmesin?
Kalıpların içerisinde, titrlerin çerçevelediği yerde, sadece eğitilip ezberlediklerimizde değil, yaşamın tamamında varolmak, yaşamı kapsamaktır. Saç ayağını oluşturup denge ile yükselmektir.
İçinden dışarıya doğru akan güce, çağlayan umuda ve renkliliğe, insanın yükselişine ve sınırsızlığına izin ver.
Bu yaşam bizim! Beraber kuralım, beraber yükseltelim, beraber çiçek açalım!
İçerisi nasıl ise, dışarısı da aynıdır.
İlginizi çekebilir: Yaratılmış dünyadan makrokosmosa uzanan bir yolculuk: İnanmak mı, bilmek mi?