Arkama yaslanıp rahatça gelecekten korkmadan yaşadığımı hayal ediyorum. Çalışmanın veya çalışmamanın benim tercihim olduğu, sadece istediğim için evde oturup annelik yaptığımı veya sadece ben istediğim için kariyer basamaklarını tırmandığımı mesela. Seçmek zorunda olmadan hem anne olup hem de sevdiğim işi yapabildiğimi, babanın çocuk üzerinde anneyle eşit derecede sorumluluk sahibi olduğu, çalıştığım veya işten geç geldiğim veya işimi de çocuğum kadar sevdiğim için toplumsal baskıya maruz kalmadan, çürümüş vicdanlar tarafından acımasızca eleştirilmeden sadece var olduğumu ve hafifçe yaşadığımı hayal ediyorum.
Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabını ne zaman görsem, bir kadın olarak yaşamanın ne kadar ağır olduğu gerçeği yankılanıyor aklımda. Oysa ki biz sadece var olmak istiyoruz. Hayatımızın herhangi bir döneminde toplumsal kalıplar tarafından sıkıştırılmadan var olmak, hangi cinsiyette var olacağımızı kendimizin belirlemediği bu dünyada hayatımızı sürdürmek istiyoruz.
Şimdi beni en çok düşündüren ise çalışabiliyor, toplumsal alanda kendimize yer bulabiliyor olmamızın sonucu olarak omuzlarımıza yerleştirilen yükler. Üniversiteye gidebilmek ve kendimize profesyonel hayatta bir yer edinebiliyor olmak, maalesef geleneksel hayatta hiçbir değişiklik yaratmadı. Kişisel farklılıklarımız göz ardı edilerek, toplumsal kuluçka makinelerinden çıkmışçasına bir hayat belirlememiz bekleniyor.
Buna karşılık bütün politik düzenlemelere rağmen, dünya genelinde erkeklerin kazandığı her bir dolar için kadınlar elli dört cent kazanıyorlar. Bu durum buz dağının yalnızca görünen kısmı. Aradaki farkı kapatmak ise ekonomistlere göre en iyi ihtimalle 202 yıl alacak. 202 yıl önceki halimizi biliyoruz değil mi? Sanayi devriminden önceki kadınlar ailelerindeki erkeklerin adlarıyla bilinen ve hiçbir hakkı olmayan varlıklardı sadece. 202 yıl sonra başka bir şekilde yine eşitsizlik çukurunda yüzüyoruz. 202 yıl sonra gerçekten ekonomistlerin tahmini gerçekleşecek mi? Peki o zaman biz kadınları bekleyen tehlike ne olacak?
Dünya çapındaki gelir eşitsizliği buna nasıl baktığınıza göre değişiyor. Son yıllarda üniversitelerde kadınların kendilerine yer bulmuş olması, birer lütufmuş gibi önümüze serildi. Ve ne yaparsanız yapın, doktor, avukat veya devlet başkanı da olsanız fark etmiyor, tam zamanlı işte çalışan bir kadın olduğunuzda, erkekten önce eve gidip ev işlerini ve yemeği halletmiş olmanız bekleniyor. Ortalama çalışan her kadın, aynı seviyedeki erkek çalışandan günde 9 saat daha fazla çalışmış oluyor. Ama aynı ücret veya çok daha aşağısı ile. 202 yıl sonra eşitlenebileceğimizi söyleyen ekonomistlerin, acaba 202 yıl sonra karşımıza çıkabilecek olan eşitsizliği düşündüler mi, çok merak ediyorum.
4857 sayılı İş Kanunun 5. Maddesi ile işverenlere eşit davranma yükümlülüğü getirilmiştir. Buna göre işveren iş sözleşmesinin yapılması aşaması da dâhil olmak üzere iş ilişkisinin şartlarının oluşturulmasında, sürdürülmesinde ve sona erdirilmesinde dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce gereğince farklı işlem uygulayamayacaktır. Çok güzel bir düzenleme değil mi?
Ama şöyle bir oturup düşündüğümüzde henüz iş görüşmesinde kaç insan kaynakları müdürü biz kadın çalışanlara evlilik veya çocuk düşünüp düşünmediğimizi sordu, sayabilir miyiz? Kaç işyeri süt izni kullandığınız zaman size mobbing uygulayarak işten çıkmak zorunda bıraktı? Kadın çalışanlar maalesef bir sürü diğer hakkı gibi bu haklarından da bihaberler. Eğer, işvereniniz size iş görüşmesinde şu kadar süreyle hamilelik düşünmezsen işe alabilirim derse veya primle çalıştığınız ve çok da başarılı olduğunuz işyerinde sizin yerinize hiçbir haklı gerekçesi yokken diğer erkek çalışanı terfi ettirdiyse, maaşınızın 4 katına kadar tazminat hakkınız doğuyor: Ayrımcılık tazminatı. Evet, biz çalışanlar genelde kıdem tazminatı ve diğer bilinen ücret haklarımızı biliyoruz ama maalesef ayrımcılığa karşı da tazminat hakkımızın olduğunu bilmiyoruz.
Fransız ekonomist Pierre-Samuel Dupont de Nemours 1771 yılında yayımladığı makalede “kölenin çalışması ile gönüllü işçinin çalışmasının maliyetlerini” karşılaştırır. Ve, köle çalıştırmanın işverene, ücretli işçi çalıştırmaktan daha pahalıya mal olduğunu rakamlarla ispat eder. Bu da köleliğin kaldırılmasını hızlandırır. Kadınların oy kullanma ve profesyonel hayatta var olmasının da bu duruma benzediğini düşünmeden edemiyorum. “Tamam, madem çalışmak istiyorsunuz buyurun” dediler bize. “Ama her şeyden siz sorumlusunuz; iş yerindeki stresle başa çıkabildiğinizi kanıtlayacaksınız, yaşınız geçmeden evlenip çocuk yapacaksınız, evin ve çocuğun sorumluluğu sizin, ayrıca güzel görünmek zorundasınız yoksa pek dikkatimizi çekemezsiniz…” Bu ve bunun gibi dayatmalar özgürlük ve eşitlik gibi söylemler altında saklanıyor ama biz kadınlar bu yükü her zaman hissediyoruz.
Neden kız çocuklarının büyüdükçe gözlerindeki ışığın kaybolduğunu düşünüp duruyordum. Sonra kendimde buldum, eskiden kaç yaşında olursam olayım sekerek yürümekten gocunmaz ve ağız dolusu gülerdim. Şimdi attığım adımlarda eklenen on kiloluk ağırlıklar varmış gibi yavaş yürüyor ve gülmelerim tebessümü zor geçiyor. Zaman mı bunu yapıyor kadına diye düşünürken, bizi yoranın sistem olduğunu gördüm.
Hangi çağda olduğunuzun ve hatta nerede olduğunuzun önemi yok; uzak zamanlarda Ortadoğu’da doğmuş bir kadınsanız taşlanarak öldürülme tehlikesi ile karşı karşıyasınızdır, Roma’da doğduysanız da pazarda satın alınan attan daha değerli olmayan, eşya hukukuna tabi bir malsınızdır. Endüstriyel dönemde ise ellerinizin mahareti sebebi ile kölelikten daha ağır şartlarda günde yirmi saat çalıştırılan, yine de hakkını almayansınızdır. Kadınlar üzerinde kurulan baskının belli coğrafyalara özgü olduğunu söyleyemeyiz; Sudan’daki bir kadın cinsellikten zevk almaması için zorla sünnet edilirken, Avrupa’daki kadın toplumda kendine yer bulmak için vajinal estetik olmak zorunda olduğunu hissediyor. Bana göre her ikisi de boyunduruk. Kadının sadece var olarak yaşayamayacağı algısının bir türevi.
Çalışabilmek veya oy kullanabilmek gibi bize çok basit gelen haklarımızı, yıllar önce sokak eylemlerinde hayatları pahasına elde eden kadınlara borçluyuz. Peki, biz yarının kadınlarına ne bırakacağız? En azından onların kanı pahasına aldığımız haklarımızı koruyabiliriz. Yarın hepimiz ayrımcılık yasağının farkında olarak işlerimize gideceğiz veya iş görüşmesinde bize anne olup olmayacağımızın sorulmasına müsaade etmeyeceğiz. Zaten var olan haklarımıza sahip çıkmayı, kızlarımıza borçluyuz.
İlginizi çekebilir: Aldığımız kararları hayata geçirebilmek için: Her daim “uyanık” olmak ve haklarını bilmek