Ayrılık, dert ve derman: Ayrılık acısına farklı bir bakış
Mevlana’nın Mesnevi’si ayrılıklardan şikayet eden neyin feryadıyla başlar. Ney der ki: ”Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.” Ayrılık kimi ağlatıp inletmemiştir ki?
“Ayrılık ayrılık aman ayrılık,
Her bir dertten ala yaman ayrılık”
Peki, neden acıtır, yaralar, dertlendirir insanı ayrılık bu kadar? Neden elem, keder, hastalık anlamındaki “dert” sahibi yapar? Ve nasıl olur da “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” ve “Bir derdim var, bin dermana değişmem” der aşıklar?
Bu soruların yanıtlarını ararken içinden geçtiğimiz dönemi de gözden geçirelim. Pandemiyle başlayan süreç artan bir şiddetle bizi ayrılıkla sınamaya devam ediyor. Sağlığımızı, hayatımızı, sevdiklerimizi kaybetme korkusu yetmezmiş gibi, denizlerimizi, ormanlarımızı, doğamızı kaybetme korkusu eklendi bir de. İklim kriziyle birlikte bir yandan depremler, yangınlar, seller, fırtınalar, bir yandan da terör ve savaşlar yüzünden tüm dünyada yerinden yurdundan ayrılmak zorunda bırakılan insanlar… Kayıp, ayrılık, yas, korku ve öfke temalı bir dönemden geçiyoruz. Şiddeti giderek artan bir kabus gibi… Kısacası “Derdim çoktur hangisine yanayım?” noktasına geldi insanlık.
Dert konusuna dönersek, kamışlıktan kesilip kopartılan, kamışlıkla birken ayrı düşen ney misali, anne karnından ayrı düşmemizle, göbek bağımızın kesilmesiyle başlamadı mı bizim de feryadımız? Ağladık, avazımız çıktığınca atlattık, unuttuk belki bu ilk şoku. Sonra tekrar bağlandık sevdiklerimize, bu sefer görünmez bağlarla. Kalpten kalbe, gönülden gönüle gizli gizli giden duble yollar yaptık, tekrar bir olduk, bir hissettik… Ve pusuda bekleyen dert yine yaptı yapacağını:
“Keskin kılıcını sinemize vurdu, vurdu bölük bölük böldü dert bizi.”
Yaralandık, canımız yandı, çok acıdı. Ve ifade bile edemedik belki de, haykıramadık acımızı. Üstünü örtüp bastırdık, sürekli gömmeye çalışıp yokmuş gibi davrandık. Ama içten içe acıyordu, sızlıyordu. Haliyle devamlı üzüldük, acıdık kendimize. Belki de küstük, kapandık. Bu acıya dayanamazdık bir daha. Ve kapattık, korumaya aldık kalbi, kabuklar bağladı kat kat, sertleşti, katılaştı… Dışta da ördük kendimize düşüncelerden, inançlardan, davranışlardan zırhlar ve duvarlar. Ne zaman sevsek, sızlamaya başladı derinlerdeki iyileşmemiş yaralarımız ve korktuk, geri çekildik. Ayrılıktan feryat ederken daha da ayırmıştık kendimizi. Birliğe özlem duyarken ikiliğe, ayrılığa saplanıp kalmıştık.
“Ko ikiliği, gel birliğe yet” deyu BİR’liğe çağırmıştı bizim Yunus, ama nasıl? Nasıl açılacaktı kalp, duvarları nasıl yıkılacaktı, yaraları nasıl iyileşecekti? Ey Mevlana, nasıl yapalım, nasıl edelim de açalım kalbi?
“Kalbini; ta ki açılana kadar, kırmak zorundasın.”
Hmm, demek ki kırılmasından korkmadan, sevmekten yılmadan yola devam etmeliydi. Varsın kalbin kırılsın, yaraların yüzeye çıksın, en kötü ağlarsın, gözyaşların da kükremiş sel gibi bendini çiğnesin aşsın, duvarlarını yıksın ve kalbin açılsın. Açıldıkça bakmışsın ayrılıktan birliğe geçiyorsun, daha çok duyuyor, bir hissediyorsun. Mesnevi’sinde daha da açıyor Mevlana ayrılıktan birliğe geçişin sırrını:
“Birisi, bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu, “Kapıyı çalan kim?” deyince, “Benim” diye cevap verdi. Dostu “Git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz. Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan ne kurtarabilir?” dedi. Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yandı. Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı. Kapıya varıp ağzından edep dışı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı. Sevgilisi “Kim o?” deyince, “Gönlümü alan sevgili sensin” diye cevap verdi. Sevgili “ Madem ki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor” dedi. “İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Madem ki birsin, bu iğneden geç!”
“Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir?” Parçalar yerine oturuyor sanki… Demek ki ayrılık ateşi, Hamdım’dan Piştim’e, Ben’den Biz’e, dualite/ayrılık/ikilik bilincinden BİR’liğe giden yoldaki hem derdimiz hem de dermanımız! Belki de bizi daldığımız uykudan, gördüğümüz kabustan uyandıracak alarmımız. Kendimiz zannettiğimiz, olduğumuzu varsaydığımız illüzyonların, perdelerin bir bir kalkması, gerçek BİZ’in ortaya çıkması, şüpheden güvene, kaygıdan sevgiye geçebilmek için sevmekten, pişmekten ve yanmaktan korkma! Acıyı bal eyleyecek, gerçekliğimizi bilinçle dönüştürecek güç içimizde var. BİR’lik yolcularını yollarının açık olması dileğiyle bir şiirle uğurluyorum.
Mantıklı geldi, biz de inandık,
Böyle bir yola biz adım attık,
Bu yolda her şey yolcu için,
Yolculuk ise kavramak için.
Kavrayıp bildin mi sen kendin,
Ferahlık gelir, kalmaz derdin.
Kavrayıp bildin mi sen kendin,
Rahatlık gelir, kalmaz derdin.
Derdin meğer dermanınmış,
Derman ise ağlayanaymış.
Ağladım, arıttım ben bu kalbi,
Arındı, saçıldı her yana sevgi.
Özgür Çağlar Çelik
İlginizi çekebilir: 700 yılı aşan bilgelik: Yunus Emre’den zamansız öğütler