Aşkta sahiplenmek: Sahip olmakla aşk olur mu?
Sahip olmak hayatımızda bizlere en “iyi” hissettiren kavramlardan biridir. Bir eve sahip olunca; zengin hissederiz, güvende hissederiz, tüm dünya ayaklarımızın altında hissederiz. Bir çocuğa sahip olduğumuzda anne veya baba olmuşuzdur; gerçekten hayatta çok özel bir tecrübeye “sahip olmuşuzdur”. Çocuğumuzun “sahibiyizdir”, hayatının sahibiyizdir biz onu dünyaya getirenizdir. Ona can veren “bizlerizdir”, biz yaradan olmuşuzdur, kendimizi iyi hissederiz, güçlü hissederiz, yeterli hissederiz, her şeyi başarabilecek güçte hissederiz.
İyi bir iş teklifi alırız, iyi bir işe, paraya sahip olduğumuzda yine güvende hissederiz, egomuz okşanmıştır, bizler “önemli” bir kişi olmuşuzdur. Çok “önemli” sorunlara çözüm bulan olmuşuzdur, herkes bize “müdür” olarak bakar, bizler artık “önemsenen” bir kişiyizdir; sahipliğimiz vardır bir isim, bir unvan sahibi olmuşuzdur…
Evleniriz ki hayatta karşımıza çıkan en önemli tecrübelerden bir tanesidir. Sonsuza kadar o kişi bizim eşimiz olacaktır (itiraf edelim, aynen böyle düşünürüz) bize sadık olacaktır, bize aşık kalacaktır, bize bağlı kalacaktır, hiç değişmeyen olacaktır; çünkü evet sahibi biz olmuşuzdur… Güvende hissederiz, “bir gün bu değişebilir” diye düşünmeyiz, sahip olmak sonsuza kadar olmayı gerektirir…
İşte sahip olmak böyle sihirli bir kavramdır bizi bulutların üzerine geçiriverir. Fakat bazı noktalar vardır ki sahiplik bizleri bulutların ötesine geçirirken o “sahip olunan” şeyi adeta altın bir kafese koyar, ona muhteşem özgürlüğünü unutturmayı dayatır, onun kendi gibi olmasına bile izin vermez; çünkü bu durumda sahip olan ve sahip olunmuş olan yani “sahip olunan” vardır.
Ben bu yazımda sizlerle birlikte aşkta ve ilişkilerimizde sevginin bu “sahiplik” kavramlarıyla birlikte nasıl evrildiğine bakalım istiyorum. Bizler sadece “çok seviyorum” gibi düşünürken ister istemez “sahibi olmak” sınırlarına dayanırız. Bu sınır çok ama çok ince bir sınırdır geçtiğimizde geri dönüşü yoktur, geçmemek ise öyle bir dirayet gerektirir ki zamanın oyunlarına, değişimin getirdiklerine, zamanı geldiğinde yerli yersiz kıskançlıklara ve en önemlisi o can-ım sevdiklerimizin gözlerinin içine bakıp da yine de o çizgiden ileri geçmemek gücünü kendimizde bulmayı gerektirir.
Neden sahip olmaya çalışırız, neden başkasına sahip olmak “o benim” demek bu kadar önemlidir? “O kişi benim dediğimden çıkmaz, o zaten bunu tercih eder “sormaya” bile gerek yoktur, o zaten şöyle yapar, ben ne dersem o da zaten kabul eder, onu dinlemeye fikrini almaya gerek yoktur” demek neden bize bu kadar kolay gelir? Bu noktaya vardığımızda bir kişiyi “bitirdiğimizin” o kişinin olmasına bile izin vermediğimizin farkında değilizdir. Halbuki bizler ne düşünürsek düşünelim ve hangi konumda hangi unvanda olursak olalım (bu bir sevgili olabilir, kız arkadaş olabilir, eş olabilir, anne olabilir baba olabilir) fakat bu “kişi” olarak “özgür irade” hakkımız her daim saklıdır.
Yani aslında bizim eşimiz “yerine”, sevgili kız arkadaşımız “adına”, çok önemli nişanlımız “ismine” verdiğimiz kararlar, sahiplenme örnekleri, onların fikrine gerek duymadan “zaten” böyle isterler, düşünürler, verirler, yemezler, sevmezler, vs. gibi “akıl yürüterek” varsaydığımız her şey işte o muhteşem “sahip olmak” eyleminin yansımalarıdır. O kişilerin “özgür iradelerine” yaptığımız saygısızlığın birer örnekleridir. Öncelikle farkında olmamız gereken her ne olursa olsun (ki bu beş yıllık kız arkadaşımız veya otuz yıllık eşimiz de olabilir) bir insanın “özgür” iradesinin yaştan ve oluştan bağımsız olarak ona dair değişmeyen ve “sahip olunamayacak” başkası tarafından “sahiplenilemeyecek” ve elinden asla alınamayacak bir kavram olduğunu anlamamız gerekir…
Sahip olmanın bir sonraki basamağı ise “izin vermek” kavramından geçer; evet sevgilimizin kendi gibi olmasına, örneğin çok seviyorsa dünyayı tek başına keşfetmesine izin vermek, örneğin çok seviyorsa erkek arkadaşlarıyla bir futbol maçı izlemek keyfine izin vermek veya çok seviyorsa kız arkadaşlarıyla bir hafta sonu tatiline gitmesine izin vermekten geçer… Fakat bizler işte o derece “sahibizdir ki” o kişinin kendi gibi olmasına izin vermeyiz… Sırf anne olduğu için, sırf eş olduğu için, sırf erkek arkadaş olduğu için, sırf nişanlı olduğu için “kendi gibi” olmaması gerekir çünkü artık sahip olunmak çizgisinden geçmiştir; hayatının bir sahibi olduğunu da kabul etmelidir değil mi?
Oysa yaşadığımız hayat aldığımız nefes özgürlüklerimizi bu derece kısıtlamayı sırf bir insan ile yaşadığımız bir ilişki için kendi varlığımızı unutabilmemizi, kendi özgür irademizden bu derece vazgeçebilmemizi, sevdiğimiz, bizleri bizler yapan şeyleri yapamaz hale gelmemizi ve en önemlisi “ben” olmayı bir yana bırakmamızı mı gerektirir? Sevmek demek bir sahibe kavuşmak demek midir, yoksa hayata daha özgür bakabilmek mi? Sevmek demek bir sahipliğin sınırlarında yaşamaya göz yummak mıdır yoksa bugüne kadar geçemediğimiz sınırlarımızı aşabilmek üzere daha çok cesaret almak mı?
Bugün sevdiğiniz ve aynı zamanda “sahip olduğunuz” o aşk olmuşlara yeniden bakmanızı dilerim; sahip olmak sevgiden gelmez, sınır koymak sevgiden gelmez, kısıtlamak sevgiden gelmez, sahibinin varlığını kabul ettirmeye çalışmak sevgiden gelmez, bir kafese kilitlemek sevgiden gelmez, değiştirmeye çalışmak sevgiden gelmez… Bunlar sadece korkunun işleridir…
Çünkü sevmekte sahip olmak yoktur, o özgürlüğe giden asıl yolda sadece “eşlik etmek” demektir… Bu yüzden gelin bizler sevdiklerimizin “sahibi” olmayalım; yoldaşı olabilecek kadar yürekli olalım…
İlginizi çekebilir: Aşk benzersiz olmayı sever: Aşkta karşılaştırma yapmadan olduğu gibi sevebilmek