Var olma sorgusunun en yorucu konusu sanki aşk. Sürekli aklımızda, devamlı yolumuzun üstünde; engel desen engel değil, konfor desen hiç değil. Hangi hali sağlıklı diye sorsan net bir yanıt vermek kolay mı? Hangi koşullarda güvenli diye düşünsen bir ihtimal bulmak mümkün mü?
Aklın sınırlarını zorlayan fikirlerin adamı Spike Jonze son filmi “Her” ile bakış açımızı değiştirmek adına açılmış kapılara bir yenisini ekliyor. Aşkın kanununu yeniden yazmıyor da bir kez daha dikkatimize sunuyor.
Bitmiş evliliğinin etkisinden kurtulamamış, geceleri eşinin hayaline sarılıp uyuyan yalnız, mutsuz ve umutsuz bir adamdır Theodore. Eşi ölmüş mü yoksa terk edip gitmiş mi net olarak emin olamıyorsunuz başında. Sonradan düşünüyorsunuz; pek de bir fark yok aslında ayrılıkla ölümün arasında.
“O” artık yoktur hayatınızda. Evrenin bambaşka bir köşesindedir, canlı veya cansız. Artık o yatakta yalnız uyursunuz. Geceleri yalnız üşürsünüz. Tek başınıza kahvaltı yaparsınız. Hiçbir şey aynı değildir yokluğunda, hayat planlamadığınız bir şekilde devam eder. İçinizden hiçbir şey yapmak gelmez, onsuz aynı hazzı vermez çünkü. Sosyalleşmek angarya gibi gelir; gittiğiniz her yer, gördüğünüz her eski arkadaş travma bandınızı başa sarar. İyi hissetmek adına tüm emeğiniz bir anda boşa gidiverir. Sürekli tedirgin hissedersiniz, o acıyı tekrar yaşama korkusundan kaçmak alır tüm enerjinizi.
Günler geçer, sırf geçmiş olsun diye. Ardından bir gün, hiç de ummadığınız bir anda “Aşk” gelir. Yaşam tecrübesinin aşka dair bir numaralı kuralıdır bu. Onca denemenin ardından, bir türlü engelleyemediğiniz tutunamayışlarınızın geride kaldığını hissettiğiniz andır aşık olduğunuz o saniye. Gerisi malum, suratınızdaki o salak gülümsemeyle nasıl gözüktüğünüzün bir öneminin olmadığı dönem başlamıştır. Kulaklığını takıp telefonla konuşarak yolda yürüyenler nasıl ki kendi kendine konuşan delilere benzerler; aşıklar da bipolar bozukluk yaşayan bir hastanın mani nöbeti geçirdiği halleri gibi gözükmekten alamazlar kendilerini. İki numaralı aşk kuralı tam da bu noktada devreye girer: Aşıklar nasıl gözüktüklerini hiç umursamazlar.
Samantha gözlerini yeni açmış bir bebek gibi doğar Theodore’un hayatına. Aşkı onunla keşfeder; hayata dair pek çok detay gibi. Kıskanmak garip gelir, sevişmekse olağanüstü. İmkansız bir aşk gibi gözükür onlarınki. Ezberci insan yanılgısıdır bu; çünkü imkansızlık her şartta aşkın vazgeçilmez parçasıdır. İmkansızı başarmış olma hissi vazgeçilmez kılandır aşkı. Aşk ne kadar imkansız hissedilirse o kadar istenir. Ve aşk imkansızlığını yitirdiği anda bitmeye başlar. Yerine bıraktıklarıyla yola devam etmekse tarafların seçimidir.
Var olmanın sırrını çözme peşinde boşluğa salınmış bir ruh olan Samantha, bilinmezliğin en ücra köşelerine kadar gidip aslında “ne” olduğunu, “kim” olduğunu anlama derdindedir. Bir işletim sisteminden ibaret bu kadının, bir ruh olduğunu iddia etmek delilik olmasa gerek. Onun Theodore’a olan aşkına inandırılıyorsak şayet, konuşan bir sesten ibaret olmadığını da kabul etmemiz gerekir.
Zaman aldıkça, paylaşımlar arttıkça tekâmül eden her ruh gibi “O” da aşkın, hayatın ona sunduğu tek nimet olmadığı keşfedecektir. Theodore’a duyduğu heves zamanla azalacaktır, keşfetme heyecanı tüm benliğini sarmıştır çünkü. Geldiği noktada sorguladığı sevgilisine duyduğu sevgi değildir; zira varlığından şüphe duymadığımız bu sevgi bakidir. İnsan beyninin beyaz perdedeki bir yansıması olan Samantha, birbirimize açıkça ifade edemediklerimizin sese bürünmüş halidir adeta:
Günün sonunda her aşk bir gün bitişi tadacaktır, tıpkı ömür gibi. Bedeni ölecek, ruhu kalacaktır. Ölmüş hiçbir canlı değerini yitirmediği gibi, biten hiçbir aşk da yitirmez. Sadece unutulur. Bu da, yaşamın aşka dair işimize gelmediğinden görmezden geldiğimiz rafa kaldırılmış bir diğer kuralıdır.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.