Aşk fırtınalar ardından varılacak liman olmayı sever
Evet, hepimiz uzaktan baktığımızda bir aşk yaşamak isteriz. Bir ilişki isteriz, gerçekten sevebilmeyi isteriz. Fakat nasıl olursa, bir ilişki başladığında kendimizi “olmaz olsun” derken buluveririz… Peki, nedir bizi bu kadar kısa sürede yıldıran?
Aslında farkında olmadığımız gizli bir gerçek; ilişkiye başlamak kadar devam etmenin veya devam edebilmenin apayrı bir “sanat” niteliğinde olduğu… Ve bunun kişiden kişiye, bizim bulunduğumuz ruh halimize, bu ilişkiye gerçekten hazır hissedip hissetmememize, hatta hemen öncesinde diğer ilişkilerimizde görüp geçirdiklerimize bağlı olduğu gerçeğidir.
Aşk gerçekten bu kadar kısa sürede yaşandı bitti denilebilir mi? Ben sizinle bu yazımda bir ilişkinin seyrine adeta bir gemi ile seyahat eder gibi bakalım istiyorum. İlk kez açık bir denize açıldık yani aslında gemimizi hiç bilmediğimiz muhteşem sularda yüzdürmekteyiz. İlk yapacağımız şey “yönümüzü kaybetmemek” olur yani her nerede olursak olalım, bulunduğumuz noktayı kaybetmememiz gerekir ki yolumuza gerçekten güven içerisinde devam edebilelim. Ve bu ilk dakikalarda dikkatimiz muhteşem derecede yoğundur. Denizin en küçük kıpırtısını algılarız, dalgasını fark ederiz, kokusunu içimize çekeriz… Öyle “hoş” gelir ki her şey gözümüze mest oluruz…
Sonra seyrimiz devam eder, geçen dakikalar bulunduğumuz o “yeni keşfedilen” suları “tanıdık” hale döndürüverir. Sular aynı “su” olur bizim için, ufuk bildiğimiz ufuk ve yön işte son 2 gündür tayin ettiğimiz yön… Aslında o keşfedilecek muhteşem okyanusun sadece bir anına şahit olduğumuz gerçeğini kaybediveririz… Bilindik “sulardayım” diye düşünmeye başlarız. Gemimiz “nasıl olsa” seyrediyordur, kaybolmak olasılığımız bile yoktur. Deniz bize hizmet etmek üzere güzelliklerini “nasıl olsa” sunmaya devam edecektir…
Ve birden bir diğer gemi ile karşılaşırız, onun geldiği diyarlar, onun hikâyeleri, onun varlığı bambaşkadır… Onun varlığı ile denizimiz de dünyamızda aydınlanıverir… Yönümüzü pusulamızı bırakırız ve varsa yoksa o ne tarafa gitmekteyse onunla sürüklenmeye onunla yol almaya başlarız… Bir süre sonra onun “kopyası” veya uydusu durumuna geçeriz… Ne de olsa o bu yapayalnız olduğumuz denizlerde karşılaştığımız ve bizi büyüleyen bir gemidir, o bir oluştur, biz sadece onun olduğu yerde olabiliriz artık…
Ve bir gün diğer gemiden bir mesaj alırız. “Benim yoluma biraz olsun “tek başıma” devam etmem gerekiyor. Bu maceralara tek başıma atılmam gerekiyor. Seninle bu muhteşem denizi paylaşmayacağım veya seni unutacağım anlamına gelmiyor. Ben sadece ve sadece sana ait olacağım fakat kendi pusulamı doğrulttuğumda gemi olduğum için yoluma yine de tek başıma devam etmem gerekiyor.”
En başta bunu anlamayabiliriz ama işte hayatta da karşılaştığımız gerçek budur; ilişkide olduğumuz kişinin kopyası haline geliriz ve her ne yaparsa yapsın nerede olursa olsun “kendinden vazgeçsin” isteriz. Bu doğru mudur? Örneğin bir gemi, “gemi” olmak özelliğini kaybettiğinde, açık denizlerde yol alamadığında, fırtınalara kendince göğüs geremediğinde ve bizim için bir “yoldaş” olamadığında en önemlisi bize anlatacak “yeni” yol hikâyeleri kalmadığında eski gemi olabilir mi?
Veya bir kişinin sadece kendisine âşık olduğumuz için, bir “birey” olduğunu ve bu hayata bir şey katmak için gelmiş olduğunu, tutkularını, sevdiği şeyleri, zaman ayırdığı hobilerini, görüştüğü arkadaşlarını unutmasını istediğimizde (varsa yoksa ben olmak dediğimiz), bu “aşkım” dediğimiz kişiye haklı bir tercih sunmuş olduğumuzu mu gösterir? Aslında kelimenin tam anlamıyla farkında olmadan bir köle mi yaratmaya çalışıyoruzdur?
Oysaki aşk bu değildir, aşk geminin “bir gemi” olduğunu anlaması halidir, denizlere daha başka coşkuyla baktığını bilmek, onun oluşuyla parlamasına izin vermek ve her nasıl olursa olsun sadece olduğu için bile minnettar olmaktır. Gerçek aşk, fırtınalar ardında dönülecek bir liman olmayı ve bunu dört gözle kana kana bekleyebilmektir. Bizler, işte bir ilişkiye başladığımızda, karşımızdaki sadece kendi gibi olmak için belki bir gün belki üç gün belki iki saat bile zaman istediğinde kırılırız. Bu isteği “sevilmediğimiz” algısına bürünür de yargılarız. İlgi görmediğimizi düşünmeye başlarız.
O sevdiklerimizin kendileri gibi olmalarını, hayatta alacakları ve yine sadece ve sadece “kendi başlarına” alabilecekleri sorumlulukları almalarına belki dik yokuşları çıkmalarına belki de hayat zorluklarına göğüs germelerine “ne yazık ki” her insan gibi düşüp de kalkmak hakkının onlara da tanınmış olduğunu unutuveririz… Ne yazıktır ki, bir sevgiliye bakıp “evet, fırtınalar aşıp geri geleceğim benim limanım, benim bekleyenim, ben nerede olursam olayım sadece seni sevdiğimi bilenim olur musun?” demek en zorudur… Bunu dediğimizde kaybedeceğimizi biliriz. Aslında sadece “kendimiz gibi” olmaya ihtiyacımız vardır.
Evet, aşk fırtınalar ardından dönülecek bir liman olmayı sever, değişmek, gelişmek, kendi yoluna gitmek, kendisiyle kalmak, özgür iradesini kullanabilmek ve en önemlisi “şartlara, koşullara ve oluşlara” bağlanmadan orada bir bekleyen liman olduğunu bilmek aşktır.
Bugün aşk kavramına bakmanızı dilerim. Sizi ne kadar özgür kılmaktadır? Halen o aşamadığınız fırtınalı denizler sizi çağırsalar da geminizi alıp da “ben gidiyorum” diyebilenlerden misiniz, yoksa bu fırtınaları aşıp döndüğümde bir limanım olmayacak diye “endişe mi” duymaktasınız? Siz nasıl yaklaşırdınız, uzun yolculuklardan sonra ulaşılacak bir liman kadar taze, güvenli ve sıcacık olmayı kabul edebilir miydiniz? Aşk bunu gerektiriyor ise bunu gönülden kabul edebilir miydiniz?
Bugün geminiz hangi limanda hangi fırtınada veya hangi açık denizde? Nereye döneceğinizi biliyor musunuz? Bekleyeninize kocaman bir mesaj gönderelim öyleyse; ben aşk olduğun için seni çok seviyorum…
İlginizi çekebilir: Aşık olmak için zaman kollayanlara: Aşk halinin zamanı olur mu?