Aşk bilinmeyeni sever: “Ben her zaman sana aşıktım”
“Bir ağaç bir kuşa nerelisin diye sormaz, yalnızca şarkısına eşlik eder.” Halil Cibran
Aşk bu, bilinmeyeni sever. Oysaki hayatımızın her alanında olduğu gibi her şeyi kesin ve dikkatlice bilmek isteriz. Elimizde deliller olsun isteriz. Bir sebep sonuç ilişkisi içinde olsun tüm olanlar. Olanlar kadar olmayanlar da… Sanki aşk böyle tanımlanabilirmiş gibi “anlamaya” çalışırız ısrarla. “Aramıyorsa mutlaka bir sebebi vardır”, “Benden hoşlanıyor mudur?”, “Şimdi buraya davet etsem olur mu?”, “Şunu yapsam mutlu olur mu?”, “Böyle söylersem ne düşünür?”.
Daha biz bu sorularımıza cevap bile bulamadan sonsuzluğunda kayboluruz. O çok bilinmeyenli bir denklem gibidir. Bir kere biz kendi tarafımızı bilirmiş gibi bir de diğer tarafın nasıllarına, nedenlerine veya nasıl olacaklarına cevaplar bulmaya çalışırız.
O bitmeyen “varsayımlarımız” vardır sonra… Örneğin, eğer bir yemek daveti almıyorsak, varsayalım ki hayatında başka biri vardır. Örneğin eğer bir yerde buluşmaya geç kalıyorsa, varsayalım ki yeteri kadar özen göstermiyordur sevgimize değil mi? Örneğin varsayalım ki “tam olarak” bizim istediğimiz şekilde davranmıyorsa, o zaman varsayalım ki bize layık değildir, bu ilişki zaten başlamadan bitecektir, başka ne beklemekteydik ki?
İşte ben bu yazımda sizinle aşktan önce, aşkı bilmeye fakat diğer yandan aşkın bilinmezliklerine yani iki çelişkinin hangi güzellikte bir arada olduğuna bakalım istiyorum. Bilinmezleri kadar bilinenleriyle de biraz aşktan konuşalım. O hiç kabul edemediğimiz bilinmeyenleri bir kabul edelim, belki bunun bir yolu vardır. Diğer yandan o aşk olan, henüz gelmeden sanki yıllardır onu aramışız gibi, o gerçek aşk ancak onunla ve yalnızca onunla gelecekmiş ve bunu hep “bilmişiz” gibi olduğumuzu da inceleyelim… Bizi neyin bu noktalara kadar taşıyabildiğine bir bakalım…
Peki, neden aşkta bu kadar çok açıklamaya ihtiyaç duyarız bunu düşündük mü hiç? Neden karşımızdakinin her hareketi, her özelliği kendi “beynimizin” ve o küçük dünyamızın içinde bir karşılığa sahip olmalıdır? Neden bizce meydana gelenler, o belirsizliklerin, akışın, hayatın olduğu gibi aşkın öylece gerçekleştiği gibi kalmasına engeldir?
Çünkü aşkta güven aramaya başlarız, bu aşkı dönüştürür, bu aşkı ortadan kaldırır da götürür… Oysa aşk belirlenmek istemeyendir, sınırlarla tanımlanmaya ihtiyacı olmayan, başına sonuna “resmi” noktalar koyup da, işte bu an “sıfır” noktası diyemeyeceğinizdir… Bir başvuruyla elde edemeyeceğinizdir. O sadece olması gerektiği anda “oluveren”dir. Anlamanız, yorumlamanız veya eleştirmeniz gerekmeyendir. Kalbinize bakmanız yeterlidir…
Ama bizler bu noktada asla kalamayız, her zaman tüm detayları açıklamamız gerekir değil mi? Hele ki bazen kaybedemem bilinciyle veya o da beni seviyor mu sorusuna alacağımız cevabın korkusuyla ya kaçarız ya da o kadar çok sorgularız ki geriye ne aşk kalır ne de meşk…
Aşkta bilinmezler öyle güzeldir ki bir gül bahçesinin çeşitleri gibidir. Kocaman bir gezegene yeni ayak bastığımızı hayal edelim. İşte aşk bu kocaman gezegendir, belki yıllar alacaktır keşfi, öyle gizli bilinmezleri vardır ki ama biz daha oraya yolculuktayken bile bu aşk olanın bilincindeyizdir… İsmini bilmeden yüzünü görmeden ama o “çok büyük” bir cisme yaklaşır gibi oraya çekiliriz… Yörüngenin etkisidir biz hızlandıkça bizi daha da kendine çeker…
Fakat bu kadarıyla bitmez hikayemiz. Evet, bir iniş yaptıktan sonra bilinmezle karşılaşırız. Kimilerimiz hoşlanmaz bu bilinmezden hemen haritalar oluşturur, rotalarını belirler bir şekle sokmaya çalışır ve hatta yepyeni gezegenin doğasını bile değiştirir. Kabul edemez onu olduğu güzelliğince…
Kimilerimiz daha temkinlidir, gezegene iniş yapar ama dışarıya adım atmaz, belki uzun zaman boyunca o uzay mekiğinin içinde oturur. Öylece beklerler, bazen bir ömür, bazen yıllar ve yıllar geçer, onlar “cesaret edeceğim bir gün” diye beklerken… Aşk nerede, nasıl bilinmez ama en azından bilinmezlikleriyle yaşamak vardır…
Kimilerimiz de indiği toprakları bir zümrüt gibi değerli görür. Çarpılır adeta. Bilir bu topraklar onun muhteşem serüveni olacaktır. Asla değiştirmek istemez, onları olduğunca sever, rengiyle, oluşuyla, bulunduğu haliyle… Hiç içinden gelmez değiştirmek, sınırlamak, tanımlamak, nasıl neden anlamaya çalışmak, sınıflandırmak, yeniden şekillendirmek… Sadece eşlik eder o gezegenin muhteşemliğine. Büyülenir her bilinmeyene dokunduğunda bu büyüyle yeniden efsunlanır…
İşte aşk bu yüzden bilinmeyeni sever. Dokunulmayanı, değiştirilmeyeni, olduğu gibi, muhteşem bilinmezliğinde, kendi kendine olabileni… Olmadığı bir şekilde oldurulmak için, sığ bir anlayışla nasılı nedeni açıklamaya çalışmadığını sever aşk… Bilir ki vardır, bilir ki o aşktır… Başka söze ne gerek vardır ne de hacet…
İşte bu yüzden aşk bilinmeyeni, henüz o daha gelmeden bile onun geleceğine emin olarak bilinmeyeni bileni sever… Bu yazım henüz aşk olmadan önce aşk “olduklarımıza” ve “ben her zaman sana aşıktım” diyebildiklerimize…
Kalben’in güzel sesiyle “Ben Her Zaman Sana Aşıktım”:
İlginizi çekebilir: Güven alanımızdan çıktığımız o an: Korkmadan sevdiğini söyleyebilmek