Hayatta kolayca pes ettiğimiz anlar vardır. “Ben artık bittim” deriz “daha fazla dayanamayacağım“… Zordur çünkü karşımızda olan, dışarıda olan belki bir koşu performansının ortasındayızdır, belki çok ağır çalışmalar yapmakta olduğumuz bir müzikal için hazırlanmaktayızdır. Ama işte öyle anlar olur ki sanki içimizde kalan vücudumuzda olan son kuvveti de kullanmışızdır ve gücümüz tükenmiştir.
Veya savaş vermekteyizdir bir evliliğin bitmemesi için, içimizdeki aşkın büyüklüğüne güvenerek tekrar tekrar “gitme” deriz, “bunu yapma, bu aşka bir son verme. Daha zamanımız vardı, daha göreceklerimiz yaşayacaklarımız hayal edeceklerimiz vardı“…
İşte öyle bir an gelir ki çabalarımızın sonuna geliriz, daha fazla emek veremeyeceğim dediğimiz noktaya duvara çarpmışızdır bile. Bir söz daha söyleyebilecek gücümüz kalmamıştır. Bir kere daha kırılabilecek bir kalbimiz kalmamıştır. Bir daha dökülecek bir gözyaşımız yoktur. Duygusuz olduğumuz, sanki uzay boşluğunda asılı kaldığımız gibi hissettiğimiz bir noktaya geliriz.
Peki ya konu aşkı aramak olduğunda? Konu aşkı beklemek olduğunda? Konu aşkı istemek olduğunda? Konu “gerçek” bir aşk için yollara düşmek olduğunda? Konu aşkın çevremizde aynı masada oturup da bir kez bile göz göze gelmeyen telefonlarıyla bir saat geçirdikleri halde “iki insan” olarak bir dakika bile geçirmeye zamanları olmayan onlarca “özel” çift gördüğümüz halde hala “gerçek” aşkın olduğuna inanmak olduğunda? Konu aşkı aramak için uzak diyarları aşmayı göze almak olduğunda? Konu korkmamak, beklemekten de, aramaktan da, istemekten de ve “gerçekliğine” inanmaktan da vazgeçmemek olduğunda?
Ben bu yazımda hayatımızda pes ettiğimiz o diğer tüm alanlara karşın aşk hakkında aşkı aramak, aşkı beklemek, aşkı istemek üzerine ne kadar istekli olduğumuza veya diğer bir taraftan ne kadar “çabuk” pes ettiğimize bir bakalım istiyorum… Erkek veya kadın olmamızın pes etmek noktamızı pek de değiştirmediği genel olarak hepimizin “ne zaman?” diye düşünerek adeta bir yolculukta “geldik mi, geldik mi?” diye her kilometre başında soran bir çocuk gibi olduğumuz aşkı beklemek hakkında gerçeklere daha yakından bakalım istiyorum sizlerle.
Neden bizler aşkı öyle “kolayca” bekleyemeyiz? Aşk beklenir mi? Beklemek cesaret ister mi? Aşkı bekliyorsak eğer peki bulduğumuzu ve “gerçekten” bulduğumuzu nasıl anlayabileceğiz? Ne zaman geleceğini bilmediğimiz bir şeyi hayat boyu beklemeye “cesaret” edebilir miyiz? Ya hayat boyu bulamazsak, o zaman cesaretle beklemeyi bilmiş olsak bile bir ömrü öyle gelmeyecek bir şey için beklemiş olmak doğru mudur? Buna cesaretimiz ve tahammülümüz gerçekten var mıdır?
Bizler aşkı beklemek süreçlerimizde aslında dikkatimizi sürekli “olmayana” vermekteyizdir. Bugün “sahip değilizdir” nasıl olsa, henüz “yoktur” ve bu “yok” bilinci tekrar tekrar içimizde yankılanır. Bu yüzden “bugün” mutluluk hakkımız da yoktur, çünkü bu ancak yarın “aşk” olduğunda olacaktır. Yani tek başımıza olduğumuz halimizde “aşk” yoktur. İşte bu bakış açısı aslında beklediğimiz şeyin ne olduğunu da unutturur bizlere…
Ben buna “aşkı” aşk ile, aşk olarak, aşka bulanarak beklemek diye anlatacağım… Beklemek öyle zor ise sadece “beklediğimiz” şeyin aslında bugün hayatımızdaki varlığına odaklandığımızda “beklemek” ortadan kalkar mı? Yani o gelmeyen sabır edemediğimiz ofladığımız pufladığımız isyan ettiğimiz “insana” olan aşk aslında hayatımızda tek başımıza bulamayacağımız bir kavram mıdır?
İnsana olan aşkı aramak yolunda bir çiçeğe aşk olmak muhteşem bir aşama olmaz mıydı? Belki muhtaç bir çocuğu gülümsetebilmeye aşk olmak güzel bir basamak olmaz mıydı? Belki bir anneyi muhteşem bir çay sohbeti eşliğinde mutlu etmeye aşk olmak bu arayışta yürüyeceğimiz bir kıta olsaydı güzel olmaz mıydı? Belki eski bir erkek arkadaşımızla karşılaşıp onu hala ne kadar çok sevdiğimizi “insanca” ifade edebilmek, onunla barışabilmek onun pişmanlıklarını rahatlatabilmek kısacası arkadaş olabilmeye aşk olmak o muhteşem “insan” aşkını aradığımız bunca zaman içerisinde bir aşama olsaydı olağanüstü olmaz mıydı?
Başka nasıl arayabiliriz o muhteşem “insan” aşkını? Aşk sadece insana olmak için midir? Bugün bu yazımda akan her kelimeye aşk olmak beni “aşık” yapmaz mıydı? Sizler bu kelimeleri okurken elinizde tutacağınız sıcacık kahveniz, muhteşem kokusuyla kalbinize vurduğunda siz bu bulunduğunuz “an” durumuna aşk olduğunuzda bu sizi yeterince “aşık” yapmaz mıydı? Hayatta aldığınız nefeslerin güzelliğini size hatırlatmaya yeten koşmak halinize âşık olduğunuzda o anda yaptığınız eylemin muhteşemliğine, vücudunuzun mekanizmasının bu olağanüstü tasarımına ve atabildiğiniz her adıma “âşık” olduğunuzda bu o çok ama çok beklediğiniz “insan” aşkından daha düşük ve değersiz bir aşk olarak sizi “yeterince âşık” yapmaz mıydı?
İşte bu yüzden aşk cesaretle beklemeyi, cesaretle aranmayı, cesaretle bu aramak macerasını yaşamayı bilenleri sever…
Çünkü “aşkı” aramak demek sadece bir “insanı” bulmak noktasında aşk olmak değildir… Henüz onu gerçekte “bulmadığınız” anda bile “aşk” kavramının yüceliğini, güzelliğini, evrende yaratılan her şeyden çok ama çok daha büyük bir güçte ve en önemlisi kimsenin dışarıdan bir şey “vererek” onu kalbinize koyamayacak olduğu “sadece benden doğup bana dönüşen” en inanılmaz kavram olduğunu anlamak demektir…
Aşkı beklemeye, aşkı aşk ile aramaya, aşkta aşkla kaybolmaya cesareti olan herkese, aşk elbet sizi bulmayı sever…
İlginizi çekebilir: Her ilişki farklıdır: Yeni bir aşk için yeni bir “sen” olmaya hazır mısın?