Hayat ne garip. Neleri unutuyoruz yaşarken. Daha önceleri asla geçmez dediğimiz acılar geçiyor, yerine başka anılar geliyor. “Yapamam, güvenemem, sevemem” dediğimiz insanı seviyoruz. Bazen köşe bucak kaçıyoruz bu duyguyu yaşamamak için. Beni aramasın, bir ilişki başlamasın diye direniyoruz, telefonda adını görünce “off yine o” diyoruz. Sonra zaman geçiyor, aynı telefonun başında bu sefer de lütfen arasın diye bekliyoruz.
Her şey o kadar değişken ki, siz bile nereden nereye evrildiğini bilemediğiniz duygular yaşıyorsunuz.
Kendinizi defalarca kez tekrarladığınız, daha önceleri zorla başa çıktığınız duruma, bile isteye düşmek nedendir? Bu düşüşten sonra yine ayağa eskisinden daha da güçlü kalkacağınızı bildiğiniz halde, acı çekmenize engel olamamanızın nedeni nedir peki? Aşk mıdır?
Zaman zaman bu durumda acı çeken dostlarımla konuşmalarıma dair gözlemlerim, beni bu konu üzerinde düşünmeye sevk etti. Her seferinde ilk kez yaşıyormuşuz gibi aynı şekilde canımızın acımasına sebep olan ne?
Aşk üzerine, ayrılık üzerine çok fazla söz, şarkı, kitap yazıldı. Ama hangimizin panzehri oldular, zamandan başka? Olmadı, bazen sözün bittiği yerde rahatlamak, teselli etmek için “Zamana bırak” deriz ya hep, ama süresini bilemediğimiz derin bir çukur gibidir bu zaman.
Burada sanırım, “an”da kalmanın önemi devreye giriyor. Ne geçmişte, ne de gelecekte yaşamak çare oluyor. İşin sırrı bugünde kalıp, ne gelirse kabul etmek de yatıyor sanırım. Tabi ki söylemesi kolay, uygulamak ne zor değil mi? Özellikle o sırada bu durumla yüzleşen herkes için ne zordur bunu kabul etmek.
Sanki bunu diş hekime gitmeye benzetebiliriz. Dişçi koltuğunda oturup çaresizce hekimin dişlerimizin durumunu kontrol edip sonucunu bildirmesini bekleriz ya hani… İçimizden şunu geçirdiğimiz de olmuştur; bu sadece bir uyarı, belki tedavi edilebilir o diş. Hekimin sakinleştirici iğne yapmasını bekleriz, apse varsa tedavi etmesini dileriz. Ama bazen maalesef tedavinin mümkün olmadığı cevabını alırız. Tek yol dişin çekilmesidir.
Önce diş uyuşturulur, çekilir. Bir süre bir şey hissetmeyiz. Zamanla narkozun etkisi geçtikçe hafif sızı başlar. Sonrasında ağzın içinde derin bir boşluk hissi. İlk etapta o boşlukla nasıl yaşayacağımızı bilemeyiz. Ona alışmak zordur. Sonra yavaş yavaş vücudumuza bütünlük sağlar o boşluk, adeta bir parçamız haline gelir. Sonra o kadar alışırız ki adeta hep varmış, o diş hiç olmamış gibi yaşarız. Ara ara bir şeyler yediğimizde, içtiğimizde beklenmedik bir sızı olur ama hızlıca geçer. Nasılsa alışmışızdır artık.
İşte aşk da böyle bir acı, böyle bir boşluk hissi yaratır insanda. Önüne geçilse, önlem alınabilse daha mı farklı olurdu diye sorgulatır bazen. Oysa yaşanması gereken hiçbir şeyin önünde durulamadığı gibi, bunun da önünde durulamaz.
Ne demiş A. Kadir:
“Başımıza gelen bütün bu şeyler,
Dünyada olmamaktan daha iyi.
Hem bizim için hasret falan da neymiş ki?
Sen orada yıldızlara bakar dalarsın,
Ben burada cigaramı yakar dalarım.
İşte olur biter.”
Yine de bu duyguyu tadabildiğimiz için şükredip, kendimizi şanslı sayar ve “Dünyada olmamaktan daha iyi” dersek, işte olur biter…
Ancak, bu acıyı derinden yaşayanlar bilir; şu soruyu sorarız sanırım, bu acının geçmesi için bir acil yardım kutusu var mı? Galiba en doğrusu herkesin reçetesini kendisinin hazırlaması bu süreçte. Acılar paylaşıldıkça azalır elbet ama o boşluğu yine aşk ve sevgi ile doldurmak da bizim elimizde. Kendine inanmak, hayata hala iyimserlik penceresinden bakabilmek daha iyi gelmez mi? Denemekte fayda var sanırım.
Peki sizce yaşadığımız bu acının kaynağı, derin boşluk mu? Yaşamadıklarımıza duyduğumuz özlem mi? Hayal kırıklığı mı? Ya da yeniden birini sevebilmeye olan inanç kaybı mı? Ya da -nesiller boyu çözülememiş bu duygu durumuna- şimdi burada cevabı bulmak bize bir çözüm olacak mı?
Mühim olan cevabı bulmak değil sanki, panzehri bulmak, bu güzel duyguları yine de unutmadan yaşamak, yeni gelecek aşka hazır olmak. Siz ne dersiniz?