Artık inanmadığım kişisel gelişim klişeleri

Kişisel gelişime yönelik içeriklerle sanıyorum ki ilk defa, ortaokul/lise yıllarında okuduğum, genç kızlara yönelik dergiler ve kitaplar aracılığıyla tanıştım. Daha özgüvenli olabilmek, romantik ya da arkadaşlık ilişkilerini yönetebilmek üzerine tavsiyeler veriyorlardı. Elbette ki derinliği olmayan, popüler kültüre yönelik içeriklerdi.

Üniversite yıllarında, bir süre en çok satan kişisel gelişim kitaplarıyla zaman geçirdikten sonra psikoloji temelli ve spiritüellik/maneviyat temalı kitaplara yöneldim. Ve zaman geçtikçe kişisel gelişim kavramından gitgide uzaklaştım.

Kavramın kendisinde bir sorun olmasa da bu kavram altında pazarlanan ve empoze edilen şeyler; genelde sığ, kapitalist sistemin beklentilerine göre belirlenmiş, genel geçer mesajlar içeriyor. Başlarda belki iyi niyetli bir şekilde, gelişimimiz için öne çıkarılan bu mesajlar, günümüz dünyasında kapitalizmin bir pazarlama unsuru olmuş durumda. Olduğumuz halimizle eksik olduğumuz fikrinden yola çıkarak, devamlı çeşitli dışsal kaynaklarla kendimizi geliştirip, tamamlamamız ve diğerlerinden geride kalmamamız empoze ediliyor. Bizden, hep ileri gitmemiz ve ‘daha fazlasına’ erişmemiz bekleniyor. Ya da insanı holistik (ruh-beden-zihin) bir açıdan ele almayıp, dönüşüm süreci tek yönlü, yetersiz bir bakış açısıyla resmediliyor.

Gelişim zihniyetini (Growth Mindset) çok değerli bulan biri olarak bu bakış açısını, hayatımın her noktasında uygulamaya çalışsam da artık bu hayat boyu gelişim haline daha farklı bir yerden bakıyorum. Kendimi yıkıcı bir tavırla zorlayıp, bir yerlere ulaşmayı arzulamaktan ziyade; kendimi esnetip, dönüştürerek, daha huzurlu, dengeli ve tatminkar bir hayat yaratabilme motivasyona sahibim.

Bu doğrultuda, artık inanmadığım ve yetersiz bulduğum kişisel gelişim klişelerini gelin birlikte ele alalım.

Asla pes etme!

Disiplinli, dayanıklı ve sabırlı olmak değer verdiğim erdemler. Ünlü ve başarılı kişilerin biyografilerinde genelde; inandıkları şeyler uğruna pes etmeden, sabırla mücadele ettiklerini, reddedilseler de devam ettiklerini ve hayatın zorlukları karşısında dayanıklılığını koruduklarını görebiliriz. Fakat bunu her daim her konuda yapabilmek mümkün mü? Ve daha önemlisi gerekli mi? 

Daha önce burada Michael Jordan’ın hayatıyla ilgili bir yazı yazmıştım. O, savaşçı arketipinin hayat bulmuş isimlerinden biri; disiplinli, dayanıklı, çalışkan ve hırslı. Fakat, o bile hayatındaki çeşitli zorluklar sebebiyle zihinsel olarak tükendiği bir dönem basketbola ara veriyor. Hem de kariyerinin zirvesinde olduğu, takımıyla üst üste 3 şampiyonluk getirdiği bir dönemde! 

Şunu anlamalıyız ki bazen içinde kalıp mücadele etmemiz bazen ise pes edip, bırakabilmeyi öğrenmemiz gerekir. Hele ki genelde savaşıp, sonuna kadar gitmeye meyilli biriyseniz, bu vazgeçebilme hali sizin için daha bile önemli olabilir. 

Yogaya ilk başladığım dönemlerde kendimi zorlu pozların içinde kalmaya zorlar, ne olursa olsun yapmaya çalışırdım. Zamanla, o pozları belirli zamanlarda yapamayabileceğimi de kabul edip bırakabilmeyi bir yenilgi değil, zafer olarak görmeye başladım. 10 yoğun yılın sonunda kurumsal hayata bir süre ara verebilmek de böyle bir karardı. Zayıflık değil, kendime ve sahip olduğum bedensel-zihinsel sınırlara saygı ve şefkat gösterebilmekti. Hiç durmadan, devamlı koşmayı yücelten bu düzende, kendime dinlenme hakkını tanıyabilmek belki de verdiğim en güçlü karardı. Ve bana, daha önce hiç düşünmediğim, yepyeni kapılar açtı.

En iyi versiyonuna ulaş. 

Zihnin sınırlı bakış açısını ve limitlerini aşıp, ruhumuzun sonsuz potansiyelini fark etmek, uyanış sürecinin önemli bir parçası. Fakat bunu kendimizi yıkıcı bir şekilde devamlı geliştirmeye çalışarak değil, olduğumuz halimizi kabul ederek başlayabiliriz. Ruhun özünü sevgi oluşturur, kendimize sevgisiz davrandığımız hiçbir uygulama onun arzusu değildir. O, kendimizi sevgiyle, şefkatle ve sabırla dönüştürmemizi arzular. Belirli bir ideale göre kendimizden uzaklaşmamızı değil, özgün benliğimizi yaşamamızı ister.  

İçinde bulunduğumuz sistem ise eksikliklerimize odaklanarak; “Daha fazla sen” gibi söylemlerle bizden olağanüstü şeyler bekliyor. Evet, özümüzde olağanüstü varlıklarız fakat bunu dışarıda daha fazla şey başarıp, elde ederek birilerine kanıtlamamıza gerek yok. Bu ancak egonun bir ihtiyacı olabilir, ruhun değil. 

Hiç yorulmadan, kariyer basamaklarını erken yaşta hızlıca çıkan o başarılı iş kadını biz olmayabiliriz. Çünkü olmamız gerekli değil. Ve belki biz daha yavaş yaşayarak da başarı elde etmenin mümkün olduğunu göstermeye gelmişizdir. 

Her şeye yetişen, on parmağında on marifet annelerden biri biz olmayabiliriz. Çünkü olmamız gerekli değil. Ve belki biz kendi mizacımıza uygun bir iş-ev dengesi yaratabileceğimizin mümkün olabileceğini göstermeye gelmişizdir. 

Dışarıdan ideal görünen şey, ruhumuzun yolu olmayabilir. Biz bambaşka bir var oluş biçimini sahiplenip, ilham olmaya gelmiş olabiliriz. Uyanışın en önemli kısmı, dış koşullanmalardan ayrışıp, kendi yolumuzu bulabilmek ve onun peşinden gidebilme cesaretini gösterebilmektir.

Hayata hep pozitif taraftan bak.

Her şeyin bir sebepten dolayı kaynaklandığına, zorlukların bize bir şeyler öğretme misyonu olduğuna ve olumlu düşüncenin gününe inanıyor olsak da bunu 7/24 yaşamamız pek mümkün ve sağlıklı değil. 

İlişkilerimde yaşadığım problemler, yaşadığım rahatsızlıklar bana çok şey öğretip, yepyeni yollara girmeme vesile olsalar da bu süreçlerde oldukça zorlanmış olduğumu inkar edemem. Korku, öfke, üzüntü, hayal kırıklığı ve negatif olarak etiketlenen diğer duygular da hayatın bir parçası. Var olma sebepleri bizi engellemek değil; bizi yönlendirip, ihtiyaçlarımızı daha iyi anlamamızı sağlamak. 

Üstelik, bastırıp, kurtulmaya çalıştığımız şey bir yere gitmez, aksine güçlenir. Zamanla bedenimizi ve zihnimizi sıkıştırmaya başlar. Şahit olunan duygular ise dağılır, enerjimizi ve yükümüzü hafifletir. Pozitif olmak ya da hep sakin, dengede, ve huzurlu kalabilmek öyle idealize edildi ki yeterince böyle olamadığımız için kendimizi kusurlu hissedip, bu ‘negatif’ duygulardan kaçış yolları aramaya başladık. 

Oysa ne kadar bilge olursak olalım, robot değiliz, insanız. Michael Brown’nın dediği gibi; niyetimiz iyi hissetmek değil, hissetmekte iyileşmek. 

Daha sağlıklı bir hayat için mutlaka yapman gereken 10 şey! 

Hayat boyu glutensiz/şekersiz/karbonhidratsız beslenmeyi savunanlar, belirli gıdaları/ürünleri kötü hastalıkların tek sebebi olarak etiketleyenler, günde 10-15 farklı vitamin kullanmamız gerektiğini söyleyenler… 

Ben, kendime sağlıklı ve hareketli bir yaşam sunmaya çalışan biriyim. Elbette ki bedenime iyi bakmaya çalışıyorum. Fakat, sağlıklı yaşam adı altında koca bir endüstri oluşmuş olduğunu fark edip, bazı şeylerin bir pazarlama stratejisinden ibaret olduğunu fark etmemiz gerekiyor.

Hepimizin bedeni biricik, dolayısıyla ihtiyaçları da öyle. Birine iyi gelen bir rutin ya da beslenme şekli bir başkasına iyi gelmeyebilir. Bana uç ve aşırı katı yaklaşımların iyi gelmediğini ve sağlıklı hissetme halinin tükettiklerimden ibaret olmadığını biliyorum. Bu devirde hala uzmanların, travmaların ve duygu durumumuzun fiziksel sağlığımıza etkilerini gözetmeyip, tek suçluyu dış kaynaklara atfetmelerine şaşırıyorum. Kendi adıma, korkulu ve mutlak açıklamalar yapan kişilerden/ekollerden uzak durup, bedenimin bilgeliğini dinlemeye çalışıyorum.

Liste uzayabilir ama siz mesajı aldınız. İçinde bulunduğumuz Pluto Kova dönemi, tam da alışılagelmiş bu kavramları sorgulayıp, kendi doğrularımızı bulabilmeye yönlendiriyor. 

Bu yolda iç sesimiz, en önemli rehberimiz.

İlginizi çekebilir: Bazılarımız için çatışmaya girmek neden bu kadar zor?

Siri Kavita
2018 yılında “kendi gerçeğimi” yaşamak üzere bir yolculuğa çıktım. Gerçi hayat boyu bu yolculuktaymışım da, bunu fark etmem 27 yılımı almış ve artık hızlanmanın ... Devam