Bu haftaki yazıyı da Bodrum’da yazıyorum. Bana cırcır böceği sesleri eşlik ediyor. Neden bu ayrıntılara bu kadar takılıyorsun diyorsanız, ben de bilmiyorum. Oldum olası yaz insanı oldum ve biliyorum ki ölene kadar da bu değişmeyecek. En sevdiğim iki sesi de zaten en iyi yazın duyarız; biri güneş batarken en durgun zamanı olan denizin sahile bıraktığı ses, diğeri de cırcır böceği sesi. Bu iki sesi şimdi durup düşünün en son ne zaman duydunuz? Peki sizin vazgeçilmez sesleriniz nedir yazları?
Bu yazıda sizleri deneyimlerim ve gözlemlerim eşliğinde Roma’ya götürüyor olacağım. En son Floransa’dan Roma’ya geri dönüyorduk hatırlarsanız. Okumayanlar için önceki İtalya yazıları kaynak olacaktır. Sonraki hafta Türkiye kıyılarının çok popüler bir yerinden sesleneceğim size, sonra yine İtalya’dan devam. Sırada Milano olacak. Şimdi zaman Roma zamanı!
İtalya’daki 3. gün. Sabah erkenden kalkıyoruz, tabi ki Roma’nın mis gibi sokaklarında şansımıza güzel bir kafe çıkıyor karşımıza ve güzel bir macchiato eşliğinde Fransız tostu yiyoruz.
Kahvaltı sonrası Navona Meydanı’nda başlıyoruz gezimize, burası kilit bir meydan. Roma’nın bu tarafı pahalı olan bölge. Asıl yeme, içme olarak daha halktan ve uygun fiyatlı olan yer ise Tiber Nehri’nin diğer tarafında olması nedeniyle ismini de oradan alan Trastevere Bölgesi. Burayı akşam yemekte göreceğiz.
Sabah oldu, gezimize Navona Meydanı’ndan başladık, burası Roma’ya özgü çeşmeli bir meydan. Neptün Çeşmesi, Dört Nehir Çeşmesi ve Afrikalı Çeşmesi olmak üzere 4 çeşmeyle konumlanmış. Çevresi restoranlarla çevrili olan bu yerde biraz fotoğraf çekip yolumuza devam ediyoruz. Rotamızda Pantheon var tabii, bir yazımızı bu “tüm Tanrıların tapınağı” anlamına gelen müthiş antik başyapıt -kendimi bıraksam bu yazı da Pantheon içerecek sanki- için ayırmıştık, o yüzden burayı anlatmayı es geçerek, yürümeye devam ediyoruz. Ta ta karşımızda 1752 yılında tamamlanan Aşk Çeşmesi var. Bizim turda herkes romantik o yüzden paralar atılsın, dilekler dilensin. Bekleriz hiç sorun değil. Maksat bir daha Roma’ya gelmek olsun ve dilensin lütfen!
Muazzam bir yapı ve kalabalık burası. Bahsettiğim “Roma Tatili” filmini izleyenler buraya orda da çokça şahit olacaklardır. Hava dediğim gibi sıcak mı sıcak, biz isterseniz biraz serinlemek ve kahve molası vermek için sizi Antico Cafe Greco’ya alalım, ne dersiniz? 1760 yılında açılan bu kafe bir müzenin kafe hali gibi. İspanyol Merdivenleri’nin tam karşı sokağında yer alan bu kafe edebiyatçılardan Goethe, Gogol gibi dahilerin misafir olduğu, kim bilir belki ilham alıp eserlerine katkıda bulunduğu bir yer. Bizler ne şanslıyız ki yaklaşık 255 yıl sonra bu havayı soluyoruz. Aldığımız kahve fincanlarında, peçetelerde ve şekerlerde Caffe Greco Roma A.D. 1760 işlemesini görmek bile bir başka hisler doğuruyor. Bazı mekanlar ölümsüzdür! Bu kadar öve öve bitiremediğim kafede sadece kahve içiyoruz, keza tatlılar falan derken epey tuzluya gelecek.
İspanyol merdivenlerinde yürüyüp, özçekimlerimizi de yaptıysak müthiş bir yere yol alıyoruz şimdi: Villa Borghese (Borghese Bahçeleri). 1700 dönümlük arazisiyle Roma’nın tam kalbinde yer alan bu kocaman park -hatta haritada bana kalbi hatırlatıyor şekil olarak- açıkhava müzesi, doğası, yeşili ve heybeti ile tam bir cennet. Burada tam bir gün geçer aslında. Bisiklet kiralanabilir, su kenarında kano keyfi yapılabilir… Yine bir zaman kısıtı sorunsalı burada baş gösteriyor maalesef. Bu cennet bahçesi icin de Roma’ya yine geleceğimi belirtirim. Bu parkta cırcır böceklerinin peşinde 2-3 saat geçirdik. Roma yaz sıcağında kavrulurken bu park bize ilaç oldu.
Şimdi öğle sonrası ve yemek molası zamanı! Popolo Meydanı’na doğru inerek yine göz alıcı çeşmeli, anıtlı bir meydana geliyoruz. Lüks mağazaları da cabası. Biz ufak bir atıştırmalık alıyoruz, akşam yemeği şarap eşliğinde nehrin öteki tarafında demiştik ya…
Şimdi arkadaşlar bu kadar yürüdük, gezdik bir otel molası yapalım derim. Kıyafet değişimi ve biraz dinlenmeden sonra akşam yemeği Trastevere Bölgesi’nde. Bu bölge şansımıza otelimize çok yakın zaten.
Akşam için bu nehrin öteki tarafında bohem bir havası olan Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda çok sayıda restorandan birine gelişigüzel seyrediyoruz. Fiyatlar benzer, fark etmiyor pek. Yerel şarap ve İtalyan pizza eşliğinde günün özeti geçiliyor, sohbetler havada uçuşuyor. Hava mis, hava cırcır böceklerinin serenat havası. Akan zamana inat ölümsüz anlar. Gözler kayıt peşinde, görüntüler kendilerini adeta kaydettiriyor. Hala yazarken oradayım, o havada, o masadayım. Siz de geldiniz hoşgeldiniz.
Akşamımız bu bölgede keyifli bir yürüyüş ile son buluyor. Yarın yarım günlük zamanımız kaldı Roma’da. İki meşhur yeri görüp ben en son Pantheon’a koşarak vedalaşmayı öneriyorum ve ne uyumlu ekibiz ki kabul oluyor! Bu iki meşhur yerlerden biri ünlü anıtlardan Neoklasik dönemi yansıtan Vittorio Emanuele II abidesi. Roma’nın bilindik bir yüzü ve bolca da aşina olunan bir yapısı olup arkasında devam edersek ikinci görmeden dönülmeyecek Kolezyum yer alıyor. Tabii yine çevresinde az bir tur atıp geri döndük.
Artık otelden gitme zamanı, ama dönüş yolunda bile isteye rotayı Pantheon’a çevirdik. O sütunlara son kez dokunmak, gitmeden havasını koklamak muazzam bir histi. Söz yine geleceğiz vaadi ise kaçınılmazdı. Bazı şehirler öyle iz bırakır ki o yoksunluk hissi de beraberinde gelir, illa ki geri dönersin o yere. Roma da bu şehirlerden. Ayak bastığımız ilk andan son ana kadar turist olmadık burada, yaşadık, nefes aldık. Roma’da herkes Romalı! Bu böyle biline…
İlginizi çekebilir: Kendime ait bir odadan sesleniyorum: Harita gerektirmeyen şehir Floransa