Amacımız hep mutlu olmak mı bu hayatta; öyle bir gerçeklik var mı?
Meditasyon Eğitmenliği Eğitimi alırken Bilincin Boyutları konusunu işlerken hocam Ezgi Sorman şunu söylemişti: “Amacımız hayatı sürekli en yüksek bilinç boyutundan yaşamak değildir. Hayat, bu boyutlar arasında dans etmektir.”
O ana kadar hepimiz böyle sanıyorduk sanırım. Bizi şaşırtan bir bilgiydi. Kendi adıma konuşmak daha doğru olacak belki de; en azından beni. O güne kadar hep aynı şeyi duymuştum halbuki: hayattaki amacımız HEP mutlu olmak!
Mümkün mü bu gerçekten sizce? 7/24 sorunsuz, sıkıntısız, acısız, hafif, her istediğinizi anında elde ettiğiniz bir hayat düşünün. Evet kulağa güzel geliyor bir an biliyorum. Fakat o zaman mutluluk gerçekten ne demek, biliyor olur muyduk?
Acı da mutluluk da bize ait
Öyle çok doldurulduk ki hep mutlu olmamız gerektiğine dair… Ufak bir sıkıntı anıyla baş etmekte zorlandık. Çaresiz hissettik, isyan ettik. Reddettik, görmezden gelmek için elimizden ne geliyorsa yaptık. Birçoğumuz hala yapıyoruz da.
Neden ki? Tamam mutluluk, neşe güzel de acıyı görmezden gelme eğilimimiz neden bu kadar kuvvetli? Acı da insan olmanın bir parçası değil mi aslında? Onu da mutluluğumuz kadar sahiplenmemiz gerekmiyor mu? O da bize ait değil mi?
Zaten dışlamaya çalıştıkça daha da direnmiyor mu bize: “Hey! Ben de buradayım ve senin tarafından görülmeye, anlaşılmaya ihtiyacım var!” diye daha da tepinmiyor mu?
Acıyı görmek ve anlamak, ona şefkatli yaklaşmak sanırım onu sessizleştiren, sakinleştiren. “Seni görüyorum ve hak veriyorum.” diyerek buluşmak onunla.
Bunu diyebildiğimiz anda zaten kendiliğinden bizi terk etmeye başlıyor… Küçük, inatçı bir çocuk gibi işte. Çocuklar genelde neden olmayacak şeyler yaparak sizi şaşırtırlar? Söyleyeyim ben: genelde ilginizi çekmek için. Görülmek için. Hepimizin ihtiyacı olan “görülmek” için aslında. Acı da aynısını yapıyor bize. Mutluluğu heyecanla karşılarken, onu dışlamamızı kıskanıyordur belki de. Bunu şimdi ben de sesli ilk defa düşündüm bu şekilde. Pek mantıksız da gelmedi bana.
Görmek, anlamak ama içinde kaybolmamak. Tüm konsantrasyonu oraya verip karanlıkta boğulmamak. Fark etmek ama kuvvet vermemek. Çünkü kuvvetli. Çünkü karanlığın gücü yüksek ama ışıktan, aydınlıktan daha fazla değil.
Belki şunu demek: “Şu an hiç iyi hissetmiyorum. Hissetmeme sebeplerimde de haklıyım ama geçecek. Sadece şu an böyle.” diyerek elimizden geldiğince, kendimizi belki bir miktar da zorlayarak bize ışık tutan şeyleri yapmak. Hayatımızda onlar her ne ise onlara yönelmek.
Ha tabi bazen bazı yaşadığımız durumlarda imkansıza yakın derecede zor görünür bize. Acıdan nefesimiz sıkışırken, o an nefes bile alamazken nasıl yönelebilelim başka şeylere? Bazen olmuyor evet kabul ediyorum. Ne yapsak boş o an. “Ben daha nefes almıyorum, sen neden bahsediyorsun?” diyor insan. O uç noktalarda da sanırım başka bir yol var. Ezgi hatırlattı bana yine geçen gün: “Karanlığı atlatmanın en kolay yolu karanlığın içinden geçmektir.” Kendimize zarar vermeyecek noktaya kadar biraz da orada kalmak demek galiba bu. O an nefeslerimize ve acımıza odaklanmak. O acıyı sonuna kadar hissetmek kalpte. Öyle bir hissedin ki sonunda yok olsun! Kalmasın! Kaçacak yer bulamasın!
Dans bu işte. Bir yukarıdasın, bir aşağıda. E madem öyle, keyif almaya bakmalı değil mi aslında?
Hiç kolay değil hatta zor biliyorum. Bir şeyleri keşfetmeye başladığımdan beri aynı cümleyi söylemekten kendimi alıkoyamıyorum: “İnsan olmak başlı başına çok zormuş.”
O yüzden çok da yüklenmeyin kendinize derim. Bu dünyada var olarak zaten çok büyük bir şey yapıyoruz hepimiz! Ne cesaretli ruhlarmışız ki buraya gelmişiz. Bu yüzden kendinizle gurur duymayı, kendinize bol bol şefkat göstermeyi sakın ha ihmal etmeyin.
Nice hafif yaşayacağımız insanlık deneyimlerimize…
İlginizi çekebilir: Negatif ve pozitif arasında yeniden dengeyi bulma denemeleri