Köln yazı dizisinin ‘değinmezsen en tuzlu sularda şambrelle batasın inşallah’ dedirten kısmını buraya sakladım ki son sözümüz, (bkz. Epilog) serinin kreşendosu olsun! Bunu da, yazdıklarını sevmesem de şahsına pek bir saygı duyduğum Elizabeth Gilbert hanımefendinin münasip gördüğü üzere sınıflandırmak isterim. ‘Destur!’ diye ünleyene ‘he’ dediğimi varsayıp başlıyorum:
Ye
Ergenliği, internetin/şifreli kanalların önlenemez yükselişine rast gelen ve Çinçin’in Ankara’daki bir mahalleden çok daha fazlası olduğunu bilen kırmızı noktalı bir nesle, ‘Ye’ emir kipiyle başlayan bir gezi yazısı yazmanın hangi subliminal fantezileri tetikleyeceğini gayet iyi biliyorum. Ama risk biraz da budur canım okur. İşte ben sana o fantezi dünyasının en can alıcı metalarından birini, çikolatayı/çukulatayı/şokolatı, anlatacağım. “Yok, girizgâh iyiydi. Oradan devam edeydik,” diyorsan sonrası için, bkz. Pleasure Up!
Ben yazıyı mümkün olduğunca kısa tutabilmek için Köln’deki şokolat müzesine dair gözlemlerimi dipnotlar halinde anlatacağım.
- Rhine nehrinin – literally (valla) – tam göbeğine oturtulmuş çikolata müzesine, yılda 700,000 ile 5 milyon arası ziyaretçi uğradığı rivayet ediliyor. (Saçma bir aralık olduğunun bilincindeyim ama oradaki görevli zatlardan gelen bilginin sonucu bu.)
- ‘Dünyanın en yüzülesi havuzu’ olarak addedeceğim, 3 metrelik endamıyla bir Ajda bardak kadar alımlı-çalımlı, ama içinde belki de çaydan sonraki en leziz akışkanı barındıran şokolat çeşmesi de; salyasına mukayyet olabilenler için görmeye değer bir icat. Bazısına göre ise – misal bendeniz – adeta ab-ı hayat…
- Çikolatanın tarihçesini aktaran arşivler ve çikolatanın nasıl üretildiğini gösterir minyatürler mevcut. Meraklısı için oldukça ilgi çekici.
- Yılbaşında şokolat kobileri müzenin önünde mini mini satış çadırları kuruyorlar. Ondan sonra gelsin serotonin, gelsin endorfin. Köln gibi memleket şirinler köyüne dönüyor.
- “Ne Lindtler, ne After Eightler, ne Balinler yedim de hiçbirinde aradığımı bulamadım.” diyorsan işte sana fırsat! Keyfine göre yaptır bir çukulata, hala ‘cık’ diyeni öpsün bence Willy Wonka!
- Kakao çekirdeklerini ve bitkisini de görmek mümkün. Kabaca tarif etmek gerekirse; armudun bir pundunu bulup balkabağını iğfal etmesiyle dünyaya gelmiş, aşk-ı memnu bir meyveye benziyor. Merak edenler için resmi de burada!
- Neticede gün boyu akan/duran/allanıp pullanan envai çeşit çikolataya bakan göz, yine de doymuyor. Uçağa kutu kutu almanıza rağmen el bagajında sıcağın hışmına uğrayarak eriyen, adeta fabrika ayarlarına dönen şokolatları hostese bakmadan/hosta aldırmadan, ağzın-yüzün kahvenin en tatlı tonuna belenmiş şekilde lüpletiyorsun. Öyle de bitiyor işte.
- Ha bir de çıkışta hatıra eşyası satan dükkânlara (souvenirs) uğranabilir, ama ben şahsen hatıranın yenebilenini tercih ettiğim için detay veremeyeceğim.
Dua Et
Yurt dışında gezmedik müze, ayak basmadık kilise bırakmayıp; kültür fışkıran yurdum toprağında ne bir saraya ne de bir bilet uzaklıktaki müzeye gitmeyi tezahür dahi etmemiş acayip bir neslin çocuğu olarak tabi ki Köln Katedralini ziyareti bir borç bildim. (Hatta şu sıralar daha absürt bir akıma tanıklık ediyoruz. Artık cemaat-i gezgin görmek için değil, ‘Oraya da gittim müdür’ demek/diyebilmek için geziyor. Bildiğin kara mizah, ama normalleşince komik olmuyor tabi.)
Yine kısa olmasını ümit edip öyle olmayacağını bildiğim notlar ile bu ihtişamlı binayı tasvire başlayalım:
- Köln Katedrali/Kölner Dom – yine rivayet odur ki – günde yaklaşık 20,000 ziyaretçiyi ağırlayan bir Roma Katolik kilisesidir.
- Temeline ilk taşın yerleştirilmesinden itibaren tamamlanması 632 yıl süren bir kiliseden bahsediyoruz. Bu kilisenin, başından geçen talihsiz serüvenler silsilesi ile Türk senaristleri bile hasedinden çatlatacak ve hatta kınalı yapıncağın yanında Linkeştayn Prensesi kalacağı bir tarihçesi var. Not-altı-notlarla değinelim:
”12. yy.da dönemin başpiskoposu, 3 Kralın* kutsal emanetlerini ele geçirir. Bunları muhafaza etmek için Gotik mimariye sahip yeni bir kilisenin inşa edilmesine karar verilir. Dolayısıyla orada bulunan eski katedralin kademeli bir şekilde yıkılması planlanır. Bu düsturu benimsediği varsayılan işçiler doğu kanadını yıkalım derken, bütün binayı ateşe verirler.
Anbean çıtırdayarak dev bir meşaleye dönüşen katedralin alevinde sigaralarını tellendirmeye çalışan işçilerin taşerondan sadece bir yıkım için para aldıkları ve eylemin aslında kaza olmadığı, emekçinin ‘ne kadar ekmek o kadar köfte’ diye yumruk kaldırdığı ilk eyleminde bizatihi bu olduğu rivayet edilir. (Bariz olarak anlaşıldığı üzere son kısım tamamen benim hayal loblarımın mamulâtı. Ama işte rivayet dediğinizde böyle uyduruk bir şey.)
Nitekim 13. yy.ın ortasında ateşli bir biçimde inşaatına başlanan katedral adeta hararet yapar ve 16. yy.da yapımına ara verilir. Sebep; para ve ilgi eksikliğidir.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi mazlum katedral, 1700’lerin sonunda Fransız askerleri tarafından istila edilip depo olarak kullanılmıştır.
Ağustos doğumlu katedralin yüzü yaklaşık 600 yıl boyunca hiç gülmemiştir. Ancak 19. yy.da – belki o ara Jüpiter Aslan’a girmiştir, bilinmez – dönemin Protestan ağırlıklı Prusyasının, kalabalık Katolik tebaası ile ilişkilerini güçlendirmek adına katedrali tamamlama kararı almasıyla talihi 180 derece döner. (Gerçi buna müteakip II. Dünya Savaşı sırasında kafasına 10 küsur tane bomba yiyecektir ama makûs talihine rağmen bütün heybetiyle ayakta kalmayı başaracaktır.)
Sonuç olarak 1800’lerin sonunda inşaatı tamamlanır.
* 3 Kral: Müneccimler de denilen 3 kral/âlim (Hintli Gaspar, Persli Melkior ve Arap Baltazar), dönemin Yahudiye eyaletinin Yahudi kralı Hirodes’e giderek yıldızları incelediklerini, yıldızlarda Yahudilerin kralı olarak doğan çocuğu gördüklerini ve ona tapınmaya geldiklerini söylerler. Sonra Beytüllahim’de İsa ile Meryem’i görünce sevinerek ona tapınırlar. (Matta incilinin 2. bölümünde geçmektedir.)
3 Kralın Türbesi [Shrine of the 3 Kings], yani içerisinde 3 Kralın kemiklerinin bulunduğu söylenen mahfaza yine bu katedraldedir.”
Kilisenin camlardaki işlemeler/sembolizm manalarından bağımsız olarak göz kamaştırıyor. Ben de zaten %90’ının anlamını bilmediğim için bunlardan bahsetmenin mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Ancak yine de Gerhard Richter’inbelki de pixel art olarak nitelenebilecek şaheserine değinmeden geçemeyeceğim. Dönemin başpiskoposu, “Başka bir ibadethanede olsa daha âlâ olurdu,” diye trip atarak 2007’de tamamlanan yapıtın açılışına katılmasa da beni ilk gördüğüm anda çok etkilemişti.
Sev
Neden bilmiyorum ama laf bir biçimde İstanbullu olduğumdan dem vurmamı gerektirecek bir noktaya geliyor. Evet, doğma/büyüme/tohumu atılma İstanbulluyum. Veled-i tesadüfîyim; yapmışlar olmuşum. Bu bağlamda ebeveynlerimin çocuk sahibi olma konusunda Ali Ağaoğlu’ndan daha vizyoner olduklarını söylemek güç. Neyse… Lafı şuraya bağlayacağım. Köln’ü güzel ülkemdeki bir şehre benzetmek gerekirse, bu İstanbul’dan ziyade Ankara olur benim nazarımda.
Şüphesiz Ankara’nın her düğümü laaakk(!) diye çözen kavşakları ve her yağmurda biriktirdiği su vasıtasıyla kendini temizleme özelliğine sahip batçıkları burada yok. Ama Ankara dendiğinde dillere pelesenk olmuş memur şehri söylencesi bütün DNA’sıyla bu şehirde! Bu düzen uzun vadede benim gibi hamuru kaosla yoğrulmuş olanları çıldırtacak olsa da ilk başta huzur verir, bir ömür boyu olur-muş gibi hissettirir. Yani bir noktada kendini sevdirir bu şehir. Gelgelelim huzur en çok arzulanan şey olsaydı, Teletubbie’lerprime time’da yayınlanırdı.
Hülasa etmek gerekirse, bir yazı dizisine daha noktayı koyuyorum. Amma velâkin – tahmin ettiğim üzere – yine kısa yazmayı beceremedim. O yüzden bu cümleye kadar için kıyılmadıysa sıfatına sağlık canım okur!
Yazının ilk bölümleri ve yazarın diğer yazıları için tıklayınız.