Galileo bir zamanlar hayatlarımızı yanlış yorumladığımızı ve anlamadığımızı fark edip, “Tatların, kokuların, renklerin ve benzeri şeylerin hepsi bilinçte yatar, dolayısıyla bilincin sahibi uzaklaştırılırsa, tüm bu nitelikler de yok olacaktır.” demişti. Galileo haklı olabilir mi? Hayatlarımız tamamen zihnimizde mi gerçekleşiyor?
Gördüğümüz, kokladığımız, duyduğumuz, tattığımız ve hissettiğimiz şeylerin bir anlamda zihnin, gerçekliği kendi keyfine göre yeniden yapılandırmasının da sağlayıcıları olduğunu söyleyebiliriz. Böylece “yeşil” sadece bir renk olmaktan çıkıp birine çekici gelebilirken, diğeri farklı bir rengi tercih edip, yeşil renkte olan her maddeden tiksinti duyabilir. Sonuçta beynimiz hiç durmadan çalışır. Bir bardak çaya baktığımızda, bu bilgi gözlerimizden beynimizin arkasına, görsel kortekse gider. Bardağın büyüklüğünü, rengini ve belki de içinde ne kadar çay olduğunu görmeye başlarız. Elimizi bardağın üzerine koyarsak ya da ondan buharın çıktığını görürsek, çayın ne kadar sıcak olduğunu anlarız. Onu kavrayabilir, kaldırabilir ve içebiliriz. Dilimizdeki tatlar farklılaşır ve sonra bunların hepsi zihnimize entegre olur. Çayın hoşumuza gidip gitmediğini anlamaya çalışırız çünkü işgüzar zihnimiz her şeyi belirlemek ve etiketlemek zorundadır. İyi görünüyor muydu? Güzel kokuyordu mu? Ağızda kalan tadı lezzetli miydi? Bu süreç hafızamızı etkiler ve bir dahaki sefere herhangi bir kafeye gittiğimizde, o çaydan içmek “istemiyorum” ya da “istiyorum” diyebiliriz. Görüldüğü gibi beyindeki pek çok farklı bölge, tek bir bardak çay için bile anlayış geliştirme çabasına girer.
Algılama süreci, çevremizle bağlantı kurmamızı sağlayan karmaşık bir süreçtir. Duyularımız etiketleri olmayan, kaotik, sürekli değişen bir dünya ile karşı karşıya olduğundan, zihin her zaman bu kaosu anlamlandırabilme çabasındadır. Algımız klasik anlamda beş duyunun yardımıyla oluşur. Uyaranları (eğer fiziksel anlamda engellerimiz yoksa) gözümüze ulaşan ışık bilgisi ile görür, kulağımıza gelen frekans dalgaları ile duyar, dokunduğumuzda cildimizin yüzeyinde oluşan basınçla hisseder, kokular ve tatlarla da ayırt ederiz. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise artık sinirbilim ve bilişsel bilim alanında yapılan araştırmalar sayesinde hisleri algılara dönüştüren başka tür fiziksel süreçlerimizin olduğunu da biliyoruz.
- Uzaysal algı: Çevremizle ve kendimizle olan ilişkimizin farkında olmamızdır.
- Şekil algısı: Varlıkların sınır ve açıları hakkında, onların dışsal ana hatları ve kontrastları sayesinde bilgi elde edebilme yeteneğimizdir.
- Vestibüler algı: Yer çekiminin gücünü, kafamızın ve zeminin göreceli pozisyonuna göre yorumlayabilmemizi sağlar. Duruşumuzun denge ve kontrolünü muhafaza etmemize yardımcı olur.
- Termal algı: Derimizin yüzeyindeki ısıyı algılayabilme kapasitemizdir.
- Ağrı algısı: Çok yüksek ya da çok düşük yoğunluktaki uyarıcıların yanı sıra zararlı kimyasal veya yüksek basınçlı uyarıcıları da yorumlayabilme algımızdır.
- Kaşınma algısı: Derimiz üzerinde kaşınma ihtiyacına yol açan zararlı uyarıcıları anlayabilme yeteneğimizdir.
- Propriyosepsiyon: Bedendeki kas ve tendonların pozisyonu hakkındaki bilgileri anlayabilme kabiliyetidir, bu sayede duruşumuzun ve vücudumuzun her bir parçasının uzayda nerede olduğunu anlayabiliriz. Vestibüler ve dokunsal algıyla yakından alakalıdır.
- İnterosepsiyon: İç organlarımızın durumuna işaret eden hisleri yorumlayabilme kapasitemizdir.
- Zaman algısı: Uyarıcılardaki değişimleri anlayabilme ve zaman içinde bunları konumlandırabilme kabiliyetimizdir.
- Kinestetik algı: Çevremiz ve kendi vücudumuzun hareket ve hızı hakkındaki bilgileri yorumlayabilme yeteneğimizdir.
- Kemosensör algı: Tükürükte çözülerek sert tatlara dönüşen kimyasal maddeleri yorumlayabilme algımızdır. Tat alma algısıyla alakalıdır ancak ikisi bedendeki farklı yapıları kullanır.
- Manyetik algı: Manyetik alanlardan alınan bilgileri algılayabilme kapasitesidir. Güvercin gibi hayvanlarda bu algı daha gelişmiş durumdadır. Ancak insanların da burun kemiği bölgesinde manyetik materyal bulunduğu ve bu sayede bu türden bir algıya sahip olabilecekleri henüz yeni keşfedilmiştir.
Ayrıca bu yeni bilimsel ilerlemeler ile artık dış gerçekliğe dair algıladığımız her şeyin aslında “beynin yapısal bir varoluş hali” olduğunu da söyleyebiliriz. Sinirbilimci Israel Rosenfield’in bu konuyla ilgili sözleri oldukça açıklayıcıdır: “… doğada renk yoktur, yalnızca değişen dalga boylarındaki elektromanyetik radyasyon vardır. Gerçek görsel dünyalarımızın farkında olsaydık, sürekli değişen kirli gri görüntüleri görürdük ve bu da formları tanımamızı zorlaştırırdı… renklerin kendisi asla çevremizde değildir.”
Tüm bu gelişmelerin de gösterdiği gibi “algı” özneldir; avucumuzun içindeki ekranın parıltısına, odanın kokusuna veya bileğimizdeki kaşıntıya kadar her saniye karşılaştığımız tüm uyaranları anlamlandırmak için kullandığınız bu süreçler dizisi, çevremizdeki uyaranlardan aldığımız duyusal izlenimleri nasıl yorumladığımıza dayanır. Bu süreç yoluyla, hayatta kalmamız için kritik olan “çevrenin özellikleri” hakkında da bilgi ediniriz.
Beynimizin tercih ettiği eğilim genelde algıladığımız şeyin gerçeklik olduğunu varsaymaktır ve yine çoğu zaman sahip olduğumuz duyular bizi doğru yönlendirerek çevremizde ne olduğunu, nereye oturacağımızı, başka biriyle etkileşime girip girmememiz gerektiğini doğru şekilde bize aktarır. Duman kokusu alır almaz kendimizi korunaklı bir yere yönlendirmemiz ya da caddenin aşağısından gelen arabayı görüp hemen kaldırıma çıkmamız hep doğru algılama yeteneğimizin bizi tehlikelerden koruma halidir.
Ancak algımızın bozulduğu, bulanıklaştığı veya karıştığı anlar da vardır; beklentilerimizin farklı çalıştığı veya gerçekten değer verdiğimiz bir şeye bağlı olarak yorumladığımız anlar gibi. Genellikle sorun, algıladığımız merceğin ilk etapta genetik yatkınlıklarımız, önceki bilgilerimiz, duygularımız, önyargılı kavramlarımız, kişisel çıkarlarımız ve bilişsel çarpıtmalarımız tarafından yaratılmış bir formda oluşudur.
Ayrıca geçmişten gelen tüm deneyimlerimiz, andaki motivasyonumuz ve ihtiyaçlarımız da her birimizin aynı uyarana ilişkin çıkarımlarını farklılaştırır. Karşımızdaki insan, durum ya da nesneyi, onun sosyal alandaki yerine göre bile, olduğundan başka bir halde algılamamız olasıdır. İnsanlar olarak bilgi eksikliklerimiz öyle fazladır ki algılarımızı süreklileştirebilmek ve anlamlandırabilmek adına hedefimizdeki uyaranın saf haline, ilgili ya da ilgisiz pek çok bağlantı ekleriz. Zihnimiz, elindeki tüm kaynakları kullanarak tüm boşlukları, eksik bilgileri doldurur. Tek sıkıntı, o doldurulan bilgilerin çoğu zaman uyaran ile yakından uzaktan alakasının olmayışıdır. Gerçekliği hiçbir zaman doğrudan deneyimlemediğimizden ve onu zihnimizde işleme şeklimizi sınırlayan duyular aracılığıyla yarattığımızdan, aslında her birimiz içimizdeki bambaşka dünyalarda yaşarız. Bazen de sırf algılayamadığımız için pek çok şeyi yok sayarız, hatta bilimsel anlamda kanıtlanmış olanları bile… Oysa insanlar yalnızca kısıtlı bir renk spektrumunu görür ve belirli bir ses aralığını duyar. Duyamadığımız köpek ıslığını algılayamamamız, onun gerçekte var olmadığı anlamına gelmez.
Sorulması gereken temel soru şudur: “Gerçeklikten sapan algının nesi yanlış?”
Hayattaki çoğu şeyde olduğu gibi, bu soruya da incelikli bir cevap verebilmemiz önemli çünkü algı ve gerçeklik arasındaki o derin ayrışma, insanları ve bütünsel anlamda da toplumları tam olarak işlevsiz hale getirebilecek güçtedir. Toplumsal yaşamda, bireyler birbirinden çok uzak algılar geliştirdiğinde ortak zemin bulmak imkansızlaşacaktır. Nefret suçları çoğalacak ve toplumları bir arada tutan dengeler dağılmaya başlayacaktır.
Algı bozukluklarının en derin ve sıkıntılı hasarları, iletişim sorunlarıyla dolu bir dünyanın çıkmazlarında yol almak, daha doğrusu kaybolmaktır. Her birimizin farklı anlayışlarda olması doğaldır. Burada sorun farklı algılamaktan çok, bir başkasının farklı algısını yok saymak ve gerçekleri çarpıtmaktır. Dolayısıyla, algılama her zaman bilinçli ve kasıtlı değildir, aslında çok daha sıklıkla bilinçsiz bir alışkanlıktır ve asıl çıkmaz da buradadır. Büyük bir yılan sanıp kaçmaya başladığımız şey belki de sadece eski ve uzun bir ip parçasıdır. Derisinin rengine, aksanının veya lehçesinin tonlarına ya da kıyafetlerinin tarzına-kalitesine dayanarak bilinçli ya da bilinçsizce bir kişinin yeteneği hakkında varsayımlar yaptığımızda da aynı gerçeklikten kaçarız. İçinde yaşadığımız kültürden öğrenip ezberlediklerimizle otomatik olarak tepkiler üretiriz.
Örneğin, insanların ayak seslerini bile hiç farkında olmadan dinler ve yürüyen kişinin ruh halini, cinsiyetini, sosyal durumunu ve hatta kişilik özelliklerini anladığımızı sanabiliriz. Öyleyse diyebiliriz ki algıların hangi kelimelerle adlandırıldığı bile nihayetinde sosyal ve politik bir mesele olabilir. Sonuçta algılama, bazen orada olmayan şeyleri “görmeyi” veya var olan şeyleri “çarpıtmayı” da beraberinde getirir çünkü buradaki durum sadece basitçe dünyadan bilgi alıp onun kopyası olan bir iç temsil yaratma meselesi değildir. Barış ve huzur içinde yaşayabileceğimiz, beraber ortak zemin yaratabileceğimiz, kısaca var olduğunu bildiğimiz tüm canlılar için gerekli olan bireysel, yönetimsel ve toplumsal yapıları sürdürebileceğimiz bir dünya için algılarımızın gerçeklerle uyumlu hale gelebilmesi çok değerlidir.
Algısal süreç farklılıkları nedeniyle yaşadığımız duygusal ve toplumsal çatışmaların önüne geçebilmemiz için;
- Algılarımızın gerçeklik olduğunu varsaymamak,
- Başkalarının algılarına saygılı olmak,
- Algılarımızı çok da ciddiye almamak,
- Algılarımızı gerçeklere aykırı hale getirmemize neden olan içsel çarpıklıklarımızı fark etmek ve onlara meydan okumak,
- Uzmanlara danışmak veya güvenilir başka kaynaklardan araştırma yapmak oldukça önemlidir.
Zihinlerimizin katılaşması, toplumlarımızın geleceğinin de sönük ve sağlıklı bir ilerlemeden yoksun olmasına neden olur. Önümüze sağlam kanıtlar sunulduğunda dahi algımızdaki yanlışları görmezden gelebiliriz. Unutulmaması gereken şey, tutunduğumuz ve bağlandığımız hiçbir şeyin nihai gerçek olmayabileceği ve algımızın çoğu zaman sadece “ben” dediğimiz ve birçok özellikle etiketlediğimiz o egomuzun yansıttıklarından ibaret olduğu gerçeğidir. Gözlerimizin arkasına düşen imgeler, önümüzdeki gerçeklerden daha önemli hale geldikçe ve bizler yanılsamalarımızın köleleri olarak yaşadıkça, dünyada sağlanması gereken birliğin önüne daha da fazla duvar örmeye devam ederiz. Oysa çeşit çeşit silahlarla yapılan tartışmaları, suçlamaları, yanlış anlamaları ve ayrıştırıcı masalları dikkatimizi yönlendirerek fark edebilirsek, “evrende bir bilinen bir de bilinmeyen şeyler olduğunu ve işte tam onların ortasındaki algı kapılarının*” varlığını da hissedebiliriz. Bizler hep o kapıların önündeyiz.
Kaynakça:
*Aldous Huxley_ The Doors Of Perception
Philip Goff- Galileo, Panpsychism, and the Hard Problem of Consciousness
Kendra Cherry- What Is Perception?
Jim Taylor Ph.D.- Perception Is Not Reality
CogniFit Research Platform- Types of Perception and Neuroanatomy
Lisbeth Lipari- Human Perception: Making Sense of the World
İlginizi çekebilir: Ne pahasına dayanıklıyız: Duygularımızla iletişim kurmaktan kaçınmaya gerek yok