Leytonstone’u nasıl bilirsiniz? Cevabınız uzun bir sessizlikse sizi buraya alalım. Ama zihninizi hızlıca açacak 2 hap bilgiyle…
David Beckham burada doğmuş. Fakat bu yazıya konu olan karakter kendisi değil.
Yazının kahramanı kuş gibi zihnimizde genelde sevimli, sıcak bir tortu bırakan bir hayvanı bir korku figürüne, gerilim ögesine döndürebilecek ustalığa sahip olan bir sanatçı.
Alfred Hitchcock, Leytonstone’un dağlara taşlara adını veren asıl kahramanı.
Kendisi 13 Ağustos 1899’da ailesinin manav dükkanının hemen üstündeki evde Londra’da, Leytonstone’da doğmuş ve büyümüş.
12-13 Ağustos’ta Leytonstone’da Hitchcock’u anmak ve onun Londra kültür-sanat hayatına katkısını kutlamak için 2 gecelik bir pop-up parti etkinliği yapıldı. Biz de 13 Ağustos’taki etkinliğe katıldık.
Etkinlik St John’s Baptist Kilisesi ve kilisenin arka bahçesindeki mezarlıkta gerçekleşti.
Kapılar 18.30’da açıldı. İçeri girip mezarlık ve bahçe alanında kısa bir tur attık. Mezarların çoğu oldukça eski, en yenisi 100 yıllık gibi. Mezarlıkla kurulan ilişki tabii bizimkinden farklı. Viyana’da, Kopenhag’da mezarlıklar insanların sadece ölülerini ziyaret etmek için geldikleri kutsal alanlar değil. Mezarlıklar hayatın içinde, normal bir alan. Öyle ki buralarda bisiklet sürüp, piknik yapıyorlar. Buradaki etkinlik de aynı bakış açısının eseri aslında. Kimse mezarlara zarar vermiyor, üzerine basmıyor, çöp atmıyor. Aksine mezarlığı gezen herkes mezarlara saygı duyuyor ve mezar taşlarını birer sanat eseri gibi görüyor. Arada da bahçedeki bitkilerin, yaşayan hayvanların türleri ve kilisenin geçmişine dair bilgiler karşınıza çıkıyor.
Etrafı kolaçan ettikten sonra yarım saatte bir gruplar halinde kilisenin tepesine çıkılan bir tura adımızı yazdırdık. Katılımcı listesini tutan teyzeler 119 basamak çıkacaksınız diye anlata anlata bitiremedikleri için, biz de kendimizi çok acayip bir manzara göreceğimize inandırdık. Bu arada kilisenin içine kurulan başka bir ekranda da Hitchcockla ilgili bir belgesel yayınlanıyordu.
Biletimizi alırken kilisenin bahçesinde kurulan stantlardan yiyecek ve içeceklerin temin edilebileceği bilgisini aldığımız için yanımızda yiyecek götürmedik. Öncesinde de yemedik. Açıkçası daha fazla stant olmasını bekliyorduk ama lokal bir etkinlik olduğu için stant sayısı da yiyecek çeşidi de azdı. Buna rağmen oldukça lezzetli barbekü sosu ve anneanne tarifi özel bir sosun birleşimiyle pişmiş bir tavuk pilav yemeyi başardım. Bira ya da şarap alabileceğiniz alkol standı en popüler stant oldu tabii.
Yemek aldığımız stanttaki görevlilerden biri filmi izleyeceğimiz dev ekran alanına bakıp bakmadığımızı sorunca bir aydınlanma yaşadık. Herkes yemek derdine düşmeden, kendisine filmi en net izleyebileceği alanı tutmayı akıl etmişti. Bizse 2 tavuk parçası için filmi harcamıştık. Mezarlık alanına gidip sinsice sabahtan beri oradaymışız gibi davrandık, yüzlerce “sorry” eşliğinde kendimize en önden yer açtık. Deneyimli piknikçi ve etkinlikçiler sandalyeleri, nezih piknik örtüleriyle gelmişti. Bizse benim son dakikada Hintli sokak satıcılarından 5 Pound’a aldığım leopar esintili ince battaniyemizi yayarak elit duruşumuzu perçinledik.
Eşyaları bırakıp kilise turuna çıkmak için merdivenlerin başına gelmiştik ki yağmur başladı. Londra’ya taşındığımızdan beri 2 haftadır yağmayan yağmur önce ince ince yağsa da, sonradan yoğunluğunu artırdı. Görevliler stantları toplamaya başlayınca bir “Dönsek mi?” demedik değil. Ama “Bir daha nerede göreceğiz ki?” hissi ağır bastı ve eşyalarımız ıslanırken biz 119 basamağı tırmandık.
119 basamak dediysem ferah feza 119 basamak düşünmeyin. Resmen keçi yolu! Hani Hristiyanlığın yasak olduğu dönemde, rahipler baskınlardan kaçmak için dağa taşa daracık tüneller kazarlarmış ya onun gibi. Benim gibi minyon bir insan bile zor sığdı. Bir ara çan kulesinin olduğu yerde ufak bir mola verdik ve çanların nasıl çalındığını dinleyip kendimize geldik. Tepeye çıktığımızda da yağmurumuzu yiyip, pek de bir manzarası olmayan Leytonstone’a baktık. Bizimle yukarı çıkan herkes muhtemelen hayatında bir Boğaz görmediği için manzaranın nefes kesici olduğunu düşündü. Buna da sinirlenip grubu beklemeden, kendimi duvarlara vura vura aşağı inmeyi başardım ve mezarlıkta yerimi aldım.
Görevliler filmin güneş batınca yayınlanmaya başlayacağını belirtmişlerdi. İnsan mezarlıkta gece açık hava sineması denilince Kuşlar gibi bir film bekliyor tabii. Ama bugünün programında Notorious vardı. Filmi izlemeyenler için spoiler vermeyeyim ama Ingrid Bergman’lı bir drama ve aksiyon filmi olduğunu söyleyebilirim. Film başlamadan hemen önce, Leytonstone’lu bir sinema eleştirmeni filmi nasıl yorumlamamıza dair kısa bir konuşma yaptı. Yağmur durduğu için şanslıydık. Kahvemizi, küçük tatlımızı alıp, tepemizdeki ağaçtan ara ara da olsa düşen yağmur damlaları eşliğinde yatıp yuvarlanarak filmi izledik.
Film geç bittiği için bölgeyi gezemedik ama geçtiğimiz metro yolu üzerinde Hitchcock’un ünlü filmlerinin (Vertigo, Strangers on a Train, North by Northwest gibi) ve hayatının tasvir edildiği mozaikler yer alıyordu. Waltham Forest konseyinin Greenwich Mural Workshop’a siparişi üzerine Alfred Hitchcock’un doğumunun 100. yılını kutlamak için 16 mozaik hayata geçirilmiş.
Leytonstone insanın Londra’ya gezmeye geldiğinde koşa koşa gideceği ya da ilk görüşte aşık olup yerleşeceği bir yer değil. Ama birkaç senedir çok popüler bir kavram haline gelen, Londra’da yaşayan herkesin de pek övündüğü “diversity”nin, yani çeşitliliğin, farklılığın kalelerinden biri. Olur da bir gün yolunuz Leytonstone’a düşerse Hitchcock’un anısına bir bira için, bir de Londra doğumlu şarkı sözü yazarı, tasarımcı ve ilistratör Mateusz J. Odrobny’nin Hitchcock’un ünlü eseri Birds’ten esinlenerek oluşturduğu muralı görmeden dönmeyin.
İlginizi çekebilir: LGBTİ Onur Ayı: “Nerdesin aşkım Londra’dayım aşkım!”