Sanırım öncelikle şunu söylemeliyim; onca yorgunluğa ve bel ağrısına rağmen, şu an bana “Alaçatı’ya dönüp o dört günü yeniden yaşayalım mı?” diye sorsanız, kalkar valizimi toplamaya başlarım. Nasıl keyifli, nasıl dolu dolu bir festival oldu anlatamam.
Alaçatı Ot Festivali’nin bu yıl sekizincisi düzenlendi. Son dört yıldır festivalde olma hayali kuruyordum; ilk defa bu yıl gidebildim. Ancak sekiz yıldır kesintisiz bir şekilde festivale katılanların yaptığı genel yorum şu şekilde: “Her yıl daha da iyi, daha da keyifli oluyor.”
Güzel İzmirim her zamanki gibi sıcacık karşıladı beni. Bir sürü badire ile İzmir’e ulaşmış olmama rağmen, toprağa basar basmaz her şey geride kaldı. Otogardan kalkan Çeşme otobüslerinden birine yerleştim hemen. Yorgunluktan dökülüyordum ama mimozaların kenar süsü gibi bezediği o güzelim İzmir–Çeşme yolu da kaçmazdı. Yaklaşık bir saat kırk beş dakika süren yolculuğun ardından Çeşme otogarına vardım. Oradan hemen otelime geçtim. Biraz dinlendikten sonra ver elini Alaçatı!
Alaçatı Ot Festivali’nin kültürel önemi
Festival 6 Nisan Perşembe günü saat 10:00’da başladı. Stantların kurulduğu Uğur Mumcu Caddesi ikiye bölünmüştü. Caddenin bir tarafında yöresel otlardan yapılan envai çeşit yemekler, güzelim Alaçatı kurabiyeleri arz-ı endam ediyordu. Diğer yanında ise onlarca tezgahtan fışkıran zümrüt yeşili otlar vardı.
Festivalin bu seneki otu ısırgandı. Bu sebeple festival boyunca hem ısırganla ilgili pek çok akademik söyleşi gerçekleşti; hem de ısırganın başrolü oynadığı yemek atölyeleri düzenlendi. Perşembe ve cuma günü nispeten kalabalık olan festival, cumartesi ve pazar günü öylesine kalabalık oldu ki, bebek adımları ile yürüdük. Kafamı çevirdiğim her tezgahta kocaman gülen gözler karşıladı beni. İnsanlar çok coşkulu ve mutluydu. Kalabalığın o güzel enerjisi tüm şehre sirayet etti bence. Çünkü festival boyunca bir tane bile mutsuz insana rastlamadım.
Festival sadece Alaçatı’ya değil, tüm şehre hareketlilik getirdi. Esnaf, da bölge halkı da bu sebeple çok mutluydu. Festival boyunca Alaçatı’daki tüm mekanlar dolup taştı. Kelimenin tam anlamıyla taştı, çünkü insanlar oturacak yer bulamayınca bazen ayakta bazen de sokağa atılan sandalyelere oturarak soluklanıp bir şeyler içtiler. Taksi şoförleri bir dakika boş zaman bulamadı, tüm oteller dolup taştı, insanlar hemen hemen her dükkana girip bir hatıra almak istediler. Yani A’dan Z’ye her kesimi memnun etti bu organizasyon.
Çeşme Belediyesi’ni ciddi anlamda kutlamak gerek. Bu iş bir vizyon ve sevgi işi. Bu festivalin, yaşadığı yere ve işine aşık insanlar tarafından organize edildiği çok aşikar. İnsan düşünmeden ve daha fazlasını istemeden duramıyor ama. Neden bu festival uluslararası bir üne kavuşmasın?
Dünyadaki slow food hareketinin Türkiye’deki en güçlü bacaklarından biri Ege. Çünkü Egelilerin yemek kültürü aslında slow food dediğimiz şeyin ta kendisi. Bu festivali dünya slow food hareketinin güçlü bir zinciri olarak hayal etmek beni çok heyecanlandırıyor. Üzerinde biraz daha çalışarak, bir kaç uluslararası bağlantı kurarak ve biraz daha profesyonel bir organizasyon ağı ile, bu işi global bir platformda görmek hiç de zor değil. Hele bu festivali böylesine coşku ve beceri ile organize eden beyinler için hiç zor değil.
Zaman geçtikçe festivalin değeri daha da anlaşılacak zira temsil ettiği çok ciddi bir ana fikir var. Doğaya, doğala dönmek. Lokal olanın peşinden koşup unutulan değerleri canlandırmak. Arka bahçeye bir göz atıp, aslında ne büyük bir hazineye sahip olduğumuzu hatırlamak. Malzemenin en kalitelisi hiçbir ekstra çaba olmadan topraklarımızda yetişmeye dünden razı. Bilmeden tanımadan üzerine bastığımız, yol kenarlarında tüm bereketi ile yetişen ebegümeci, su kenarlarında cömertçe, hiç çabasız bitiveren su teresi… Daha saymakla bitmez.
İngiltere’de su teresi yetiştirebilmek için çiftçiler, on binlerce dolarlık yatırımlarla çiftlikler kuruyor. Uygun nemi, su seviyesini ve hava koşullarını ayarlayabilmek için gece gündüz araştırma yapıyor, sonra da yetiştirebildikleri otları dünyanın Michelin yıldızlı restoranlarına ithal ediyorlar.
Düşünsenize, bu toprakların alametifarikası olan otların, dünyadaki ticari hakimiyeti ne kadar alakasız bir ülkenin. Bu ve bunun gibi pek çok sebepten ötürü, Alaçatı Ot Festivali’ni tüm dünyada işi “yemek” olan insanlar için bir cazibe merkezi haline getirmek, esasında bu topraklarda yaşayan ve işi “yemek” olan bizlerin misyonu olmalı. Böyle bir adım atılabilirse, hem kendi gastronomi kültürümüze, hem dünyaya, hem de ülkemize olacak faydalarını hayal edebiliyor musunuz?
Nacizane misyonum; mutfağımı daha derinlemesine öğrenip herkes için bir farkındalık yaratabilmek. İşte tam bu sebeple ülkemin en verimli topraklarında düzenlenen bir “ot festivali” benim için bu derece önemli. Bu öyle büyük bir zenginlik ki, tüm dünyaya anlatmamız lazım. Kim bilir belki seneye sizinle de yolumuz kesişir Alaçatı’da ve bu amaç uğruna hep birlikte bir şeyler yaparız.
İlginizi çekebilir: Yeni başlayanlar için Ege ve Akdeniz otları rehberi Yeni başlayanlar için Ege ve Akdeniz otları rehberi