Belki itiraf etmek zordur böyle başlıkta gördüğümüz gibi kendimizi “ait hissedemeyen” kategorisine sokmak ama işte hepimizin içinde mutlaka bir yerde saklanmış durmaktadır, o bizim ortaya çıktığında fırtınalar yaratan çingene ruhumuz… Bir kere biz yaş aldıkça hayatın tanımları artmaktadır, bir iş tanımı vardır örneğin, sonra bir eş tanımı vardır, daha sonra çoluk çocuk tanımları vardır, bu da yetmez yaşantı tanımı vardır, daha da fazlası bir ev, bir yer, bir yuva, bir yurt tanımı vardır…
Peki ya biz bu tanımların hiçbir yerinde kendimizi bulamıyorsak ve hatta o muhteşem tanımlar bizi “hiç” tanımlayamıyorsa, yani hayat akışımızda kendimizi “eş” olmak ile ifade edemiyorsak veya bir yere, bir eve, bir şehre, bir yuvaya, bir “şekle” bağlı olduğumuzda o kişi biz olamıyorsak, “bir yer” dediğimiz, oh sonunda kendimi burada ait hissedebildim dediğimiz andan kısacık bir süre sonra o içimizdeki çingene ayaklanıp ‘kalk gidiyoruz! senin yerin yok, tanımın yok, yollar seni çağırıyor’ diyorsa…
İçimizdeki “özgür ses” bize ne söylemeye çalışıyor?
Siz o çingenenin sesini hiç duymadınız mı? Hadi itiraf edin, şu anda kendinizi ne ile tanımlıyorsunuz? Hani bir deyiş vardır “kapana kısılmış” hissetmek diye, bu sorgu değil veya kapana kısıldığımız şeyler ile kendi kendimizi yargılamak da değil, özgür irademiz ile tercih ettiğimiz tanımlarımız üzerine bir serüven. Örneğin; kendimizi bir şirkette A pozisyonunun vazgeçilemeyecek elemanı olarak mı tanımlamaktayız, bu tanım bizim bu hayatta kim olduğumuzu gerçekten ifade ediyor mu ? Cevabımız “evet” mi, işte içimizdeki o çingene bu noktada ortaya çıkar, karşımızda delirir “kaybet” der o tanımı da, o pozisyonu da, o varlığı da, o kendini “muhteşem” çizgilerle tanımladığın her şeyi kaybet; asıl olan sensin, hiçbir şey olmadan yollara düş, evin olmadan, senin o çok değer verdiğin araban olmadan, o herkesin önünde diz çöktüğü titrin olmadan belki meşhur ismin olmadan… ‘Ne olacak’ der ‘dünya senin görmüyor musun?’
O can-ım çingeneye kulaklarımızı kapatırız, çünkü toplum, “uygun” gördüğü, tanımlarına göre “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirdiği her şeye sahip olalım ister değil mi? Düzenli bir işimiz olsun, düzenli bir ilişkimiz olsun, eşimiz olsun, çocuklarımız olsun, borcumuz olsun, yani hemen “çizgilerimizi” kolayca anlayıvereceği ve “herkesi tanımladığı” üzere bizi de kolayca tanımlayıvereceği bir hayat akışımız olsun. Sonra bağlı olduklarımız olsun, zincirlerimiz ile kırıp dökemeyeceğimiz kadar, feda edemeyeceğimiz kadar, belki “kendi” olmaktan vazgeçip de o muhteşem “tanımların” çizgileri ile tam anlamıyla çizilemese de işte, olduğu kadar…
Gelin bu yazıda içimizdeki çingeneleri uyandıralım, izin verelim hayatı bizim için tanımlasınlar. Çizgiler olmadan, aidiyetler olmadan, “tanımlar” olmadan, o diğerlerinin beklentileri olmadan… Ben samimiyetle itiraf edeyim, çok küçük yaşımda ailemin yanından uzakta yaşamak durumunda kalmıştım, o gün bugündür “aidiyet” duymakta, örneğin bir “ev” kavramına bağlanmakta oldukça zorluk çekerim. Küçücük bir çocukken anlamıştım, “ev” demek kalbinin olduğu yer demekti. “Şekil” ile tarif edilemezdi bir kere, sen onu nereye götürürsen orası olurdu, ait olamazdı… Ev ait olunacak bir yer değildi, kalbin döndüğü noktaydı, öyle seni bağlamazdı, seni zorlamazdı, seni “tanımlara” sığdırmazdı… İçimdeki çingene işte ta o 10 yaşlardan bugünlere kadar gelmiştir.
Hala bir an olduğunda ev ile ilgili konular açıldığında, o zamanımızın muhteşem yemek takımları, çatal bıçakları fırınları buzdolapları benim “ev” kavramımda yer alamazlar… Neden diye soracak olursanız bunlar “ev” tanımının huzurunda sıfır etkiye sahiptirler, en pahalısına sahip olsanız da siz o “ev” olmak halinin hakkını veremediğinizde yani o can-ım çingene ruhum orada kalbimle bütünleşip “ev” olmadıkça bu bağımlılık kavramlarının hiçbiri yetmeyecektir “ait hissetmeniz” için. Ne yazık ki günümüzde bu o kadar nadir gördüğümüz bir kavramdır ki; yeni evlenecek çiftlere hayretle bakarım, “biz” den daha çok çatal bıçak konuşulur… Bir evi çatal bıçak ev yapmaktadır inancımızda, zaten gerisini yorumlamaya gerek bile yoktur…
Ruhunuza “dur” demeyin
Hadi gelin alalım tatlı çingene ruhlarımızı, bu sefer dünyaya açılıyoruz, korkmadan keşfediyoruz. Fakat işte orada da “dur” kavramı vardır. Dur sen “tek başına” nereye gidiyorsun, dur sen “annesin”, dur sen “nişanlısın”, dur sen daha “yeni boşandın” veya dur sen “kadın başınasın”… Ne çok duyarız değil mi hayatta bu “dur” diyenleri. Benim deli çingenem ne çok üzülmüştür benim durduğum zamanlarda, o zincirlere bağlanmış bir yarış atı gibi kahrolmuştur.
Hepimizin “görünmeyen” zincirleri var değil mi? Çocuklarımız var, işimiz var, eşimiz var, kaybedemeyeceklerimiz var ya da kendimizce yine “kendi kendimize” dur dediklerimiz var; bir dur, şu an dur… Peki hayat bu “dur” halini bekleyecek kadar uzun mudur sizce? Yarın sabah uyandığınızda o size “dur” diyenler bugün son günün haydi koş dese ne yapardınız? O çingeneye koşar sarılırdınız, ben de öyle yaptım, çok üzüldüm, hayatın bu derece üzülmeye değmeyeceğini gördüm… O çingeneye deli deli sarıldım. Hala bazen bir başımıza deliriyoruz, nereye vuracağını bilemiyorsun diyorlar, deli diyorlar, yeter diyorlar, yorulmadın mı diyorlar, bıkmadın mı diyorlar, bu sefer bu kadar uzak olmasın diyorlar, yanına birini alsan diyorlar… Değişmiyorum; ben bu deli çingene ruhumu hiçbir duruma, hiçbir kimseye veya hiçbir aidiyete değişmiyorum…
Ben yaşadıkça “o” dünyayı keşfetmeye devam edecek
Hepimiz korkuyoruz değil mi “yalnız” kalmaktan? Nedir bu kadar korkutucu olan, sesli konuşamamak mı? Peki sesli konuştuğumuzda yanınızda halen iPhone ekranına bakarak “hı hı” demeye devam edenler, ben şimdi tek başıma oturduğumda “yalnız” olarak nitelendiriliyorum da, iki kişi bunca “yalnızlıkla” bir arada bu derece kopuk bir şekilde oturduğunda “yalnız” tanımına “şekilsel” olarak uymuyorlar bir kere… Ben bakanın “yalnızlık” kriterlerini sağlarken, o aynı masada oturan yalnızlar çoktan bu tanımdan “kaçtılar” bile…
Benim deli çingene ruhum bu saatten, bu yaşımdan, bu akışımdan, bunca huzurdan sonra işte o şekilde “yalnız” gözükmeyip de içte yalnız kalmış kimse ile değil bir arada oturmak nefes bile almıyor. ‘Yürü’ diyor ‘Pınar buradan uzaklaş, bir yalnız kal, kendin kal, samimi kal, burada işin yoktur, bunca yalan bunca göstermelik bunca “dışta” ilişki olarak gözüken içte “büyük bir boşluk” eşsiz bir kara delik olan bu ‘’bir aradalıkta’’ senin işin yoktur’…
Bu yazıma bugün tesadüf eden tüm deli çingene ruhlara, “çizgilerle tanımlanamayan bizlere”, “bir türlü ait hissedemeyen bizlere”, “delirdin mi” diye sık sık sorulan bizlere, “gitmekten yorulmayan” bizlere ve işte o muhteşem deli çingene ruhumuza selam olsun…
İçimdeki deli çingene “ben yaşadıkça o dans etmeye, dünyayı keşfetmeye, aşkla dolmaya” ve olduğu gibi olmaya devam edecek diyenlere; selam olsun…
Sevgili Yasmin Levy ve “Naci En Alamo” evi olmayan, yeri olmayan, dünyayı mesken edinmiş ve içimizdeki yaşlanmak bilmeyen çingeneler için bizimle: