Hepimiz anne, baba dediklerimizin bizlerden çok daha gelişmiş, aymış, aydınlanmış, bilen olmasını bekliyoruz.
Sonuç olarak ilk tanrılarımız onlar. Bir tanrı nasıl “bilmez” olabilir ki?!
Bu yüzden de ne hatalarını kabul edebiliyoruz, ne de insanlıklarını…
Aslında çocuğun bu tanrılaştırması, (eğer anne-baba karşı bir tavır geliştirmez ise), muhtaçlığı, ebeveynleri çıkması zor bir kalıbın içine sokuyor.
Mutlak bilen!
Kısaca tanrı diyebiliriz.
Bu yüzden, söyledikleri, yaptıkları, yargıları her zaman doğru kabul edilen bu insanlar bilmeme ve yanlış yapma haklarını özgürce kullanamaz hale geliyorlar.
Ve başlıyor hapishane hayatları, bol bol vicdan azabı ve yetersizlik duyguları ile birlikte…
Elbette yetersiz hissedecekler, tanrı olmaya çalışmak, tüm beklentileri karşılamak kolay mı?!
Elbette hayır, fakat bir çift muhtaç masum göze kim hayır diyebilir ki?!
“Elbette biliyorum çocuğum, elbette hallederiz, elbette korkmuyorum, elbette doğrusu bu ve eminim!..”
“İnsanlık” gitgide silikleşen polaroid fotoğraf karesi gibi kalıyor buzdolabının üzerinde ve “tanrılık” bir güneş gibi doğuyor! Dağların ardından demeyi çok isterdim ama sadece salondaki koltuğun arkasından!
Çocuk ergenleşip yetişkinliğe yelken açtığında, aslında anne, babanın “olgunluk yaşıtı” olduğunda her şey birbirine girer. Çocukların kavgası başlar.
Evdeki herkes yaşıt çocuklardır artık!
Kimin daha iyi olduğu, kimin daha becerikli olduğu, kimin “daha” olduğu tartışılır durur aslında ama yüzeyde başka konular konuşulur, çatışmaya bahane olan konu her ne ise.
Koltuk arkasından doğan tanrının linç edilme zamanı gelmiştir artık. Bu çatışma, insan olduğunu ne kadar çabuk hatırlar ise anne-baba o kadar çabuk biter. Tartışacak bir şey kalmamıştır. Çocuk için durum biraz daha farklı olabilir, -hayal kırıklığı, cezalandırmaya çalışma, kendini çokça üstün görme vb. haller ortaya çıkarması muhtemeldir. Ya da savaşın bir anda bitmesi! Büyüme iki taraf için de gerçekleşmiş olur. Halihazırda bir taraf kesinlikle savaştan çekildiğinde, ortada paylaşılamayan bir şey, tersi iddia edilen bir durum kalmadığında savaş düşer…
Günün sonunda yetişkinlik dediğimiz şey, bizi dünyaya getirenlerden bağımsız bir şekilde var olmak halidir. (Bizi dünyaya getiren kavramı daha sonralarında gelişir, içine toplum, toprak, millet, ırk, mezhep, meslek vs. girer.) Hem madde, hem de mana dünyasında. Bu bağımsızlığın içine “vicdan azabı”, “gönül borcu” da dahildir.
Hayvan ırkı olduğunu kabul etmeyen insanın doğal olarak beklentisi “üstün ırk”ın hatasız ve kusursuz olmasıdır.
Oysa kusursuzluk kavramı manipüle edilmiştir.
O, kusursuzdur ama bütünün içinde. Bütünden ayrıştığında kendini tekrar eden kanser hücresine dönüşür.
Kendini bütünden ayırma, ayrışma sahte tanrılar ve tanrıcılıklar yaratır; biri koltuğun arkasından doğmaya çalışır, diğeri sehpanın altından…
Aile bizim kerterizimizdir. Gidip gidip olgunluğumuzu ölçtüğümüz yer. Ne zaman ki, sevdiğin bir dost meclisi kadar rahatlarsın yanlarında -çünkü beklentilerin, insanüstü atfetmelerin son bulmuştur- gerçek ilişki başlar.
Affetme ve affedilme yok olur, görür ve anlarsın. İnsanlık başlar. Sahte tanrılar düşer, yerine insan doğar. Olduğu gibi, her nasılsa öyle.
Beğenip beğenmeme bile, hala kafada yüceltilen “anne-baba” kimliğinin doldurulması beklentisi ile ilgilidir.
Bazen gerçekten, kendi beklentilerimiz ile karşımızdakileri hapsediyoruz. Anneliğe, babalığa, kocalığa, çocukluğa, yiğitliğe, ezikliğe, başarıya, bağımsızlığa, bağımlılığa…
Her beklentinin, dışımızdaki her varlığı manipüle ettiğini bilmek lazım.
Ve sevdiklerimizi özgür bırakmak, hapishanelerinin kapısını açmak, oldukları hali yaşamalarına izin vermek…
Dolayısı ile kendi bağımsızlığımıza yürümek…
İlginizi çekebilir: Büyümenin formülü yaş almak mı buna cesaret etmek mi?