Birçok kişi geçmişin yoğun hislerini ve yaşanmışlıklarını hissetmekten, zamanda yolculuk yapmaktan ve biraz da olsa o “romantik” zamanlara ait olmaktan hoşlanır. Bazen bu hisleri bulmanın en güzel yolu; hissedilerek yazılan birkaç satır arasında kaybolmak olur. Bazı kitaplar vardır sayfalarını özenle okursunuz, her bir kelimeyi sindire sindire hissetmek istersiniz, kitabın yarısına geldiğinizde içinizi tatlı bir hüzün kaplar, hatta sırf bitmesin diye okumak istemezsiniz…
“Ben de öyle bir kitap arıyorum ki beni en güzel sokaklarda yaşanan gizemli olaylara, geçmiş insanlarının yaşantılarına götürsün, en romantik hisleri kalbimin derinliklerinde hissettirsin” diyorsanız Ahmet Erol’un kitaplarında aradığınız her detayı bulacaksınız.
Mektuplar dolusu bir roman: Sen ve Ben
Özlem, masumiyet, şefkat, aşk, tutku… Akıllı telefonlar iletişimi kat kat hızlı bir hale getirdiğinden beri, beklemenin o güzel sızısını hissetmez, hatta arar olduk. Kelimelerin ne kadar büyülü olduklarını, söylenen her bir sözün ne denli anlamlı olduğunu unuttuk. Hislerimiz, ağzımızdan çıkan kelimelere ve parmaklarımızın hızına yetişemez oldu. Oysa ki aşk, zaman ayrılması, düşünülmesi ve en güzel kelimelerle ifade edilmesi gereken bir şeydi, unuttuk… Ahmet Erol’un Sen ve Ben isimli kitabında, gerçek bir aşkın gizli şahitleri olacaksınız.
İki sevgilinin birbirlerine yazdıkları aşk dolu mektuplardan derlenen bu romanda Ekin ve Özgür’ün tutkulu aşklarına tanık olacaksınız. İki sevgilinin aşklarına tanık olurken, geri planda toplumsal saygının günden güne nasıl yitirildiğini de göreceksiniz. Kelimeler devleşecek, kalbinizin en derinlerinde unuttuğunuz, özlem duyduğunuz, belki de hissetmekten kaçındığınız şeyleri tekrar hissedeceksiniz.
İşte kitaptan içinizi ısıtacak bir bölüm:
“Yürek parçam, zamanı sen olan bir dünyada yaşamak… Hep öyle olsaydı, sanırım yaşlanmadan kalırdım. Veda etmemek, gözlerimdeki yaşı görmemek için gecenin bir yarısında çekip gitmiştin. Aynanın önüne bıraktığın veda mektubunu buldum. Mektubunda, “sevgilisinin gözünde bir damla yaş görmekten ödü kopan bir korkağın habersiz kaçışı de ve anla beni sevgilim” diyorsun. Ben zaten tüm hayatımı seni anlamakla geçirdim. Bildiğim bir şey var, o da sensin. Bu sensin. İroniler, çelişkiler senin ayrılmazın. Seni sen olduğun için sevdim. Sendeki uçları sevdim. Sende korkaklığı, cesareti, çocuksu yüreği sevdim. Seni sadece sevdim…”
Zamanda yolculuğun tek yolu nostalji değil. Bazen geçmişte yaşayan insanların unutulmuş, “unutturulmuş” hikayeleri de kalbimize dokunur, hiç hissetmediğimiz şeyler hissettirir. Ahmet Erol’da Erguvan Zamanı kitabıyla tam olarak bu hislere ışık tutuyor.
Gerçek mücadelelerin perde arkası: Erguvan Zamanı
Romantik dokunuşlarının yanı sıra Ahmet Erol, kara günleri ve yaşanan haksızlıkları Erguvan Zamanı kitabında, kendi kelimeleriyle kaleme alıyor. Bir cinayet romanı olan Erguvan Zamanı İstanbul’u fon alıyor ve kentin karmaşık atmosferinde gerçekleri açığa çıkarıyor.
12 Eylül zamanında bir askerin yaşadıklarını, politik bir cinayeti ve bir idamı anlatan Erguvan Zamanı, 1980’ler Türkiyesi’nin hukuksuzluğunu dokunaklı bir dille aktarırken, “zaman her şeyin ilacı mıdır?” sorusunun cevabını sorguluyor.
“Yüreğinde hissettikleri, bir kıskançlıktan daha çok, ihtiyaç duyma ya da özlemdi. Onun sadakatinden asla kuşkusu yoktu.”