Zirveye çıkınca bir şey olmuyor. Öyle değişik hislere kapılmıyor insan. Hava soğuyor, rüzgar şiddetleniyor, her yeri sis kaplıyor. Saatine göre güneş doğuyor ya da güneş batıyor. Genelde doğuyor. Ağrı Dağı zirve tırmanışları gece saat 1-2 gibi başlıyor, ortalama 5-6 saat sürüyor, gün doğumunda zirvede olunuyor. Kafa lambalarıyla çıkılıyor, gün ışığında iniliyor. Bizse yola öğlen çıkıyor, gün batımında zirvede oluyor, kafa lambalarıyla 4200 metredeki kampa iniyoruz. İşte her şey dağda geçirdiğim dört günde oluyor. Kamp alanlarında, aklimatizasyon tırmanışında, inişlerde, çıkışlarda.
Kutsal kitaplarda adı geçen, Marco Polo’nun “Hiçbir zaman çıkılamayacak bir dağ,” olarak tanımladığı, Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı dünyanın üstüne oturmuş ayrı bir dünya gibidir, ağır, heybetli… Ağrı Dağı gecelerde daha büyür, ağırlaşır, dünya yalnız Ağrı Dağı’ymış gibi gelir insana. Ulu sessizliğini korkunç gümbürtüler parçalar. Bir uçtan bir uca…” cümleleriyle anlattığı, 5137 metre yüksekliğiyle Türkiye’nin en yüksek dağı Ağrı Dağı. Dünya üzerinde daha yaygın olan ismiyle Ararat.
Daha ilk günden hissettiriyor heybetini. 3300 metredeki ana kampa vardıktan çok kısa bir süre sonra. Tüm dağı kaplayan kapkara bulutları, rüzgarı ve yağmuruyla. Biz, üstümüzde kat kat kıyafetler, önümüzde ısıtması umuduyla küçük bir gaz lambası, yemek çadırında oturuyor, çay içiyor, havadan konuşuyoruz. Ağrı Dağı’nın havasından. Bir an kapı açılıyor, Mehmet Abi tüm enerjisiyle içeri giriyor, “Telefonlarınızı kapatın,” diyor. Nedenini söylemiyor ama hepimiz biliyoruz yıldırım riskine karşı olduğunu. Kapatıyoruz. Oysa Ağrı Dağı’nda yıldırım hep aynı noktaya düşermiş. Yıllardır, hiç şaşmadan.
Yağmur biraz azalınca yemek çadırından çıkıyor, tam karşımızdaki zirveye bakıyoruz. Sisten gözükmüyor. Aramızda konuşuyoruz. Yine dağ havasından.
“Bugünkü grup zirve yapabilecek mi acaba?”
“Zor görünüyor ama belli olmaz.”
Ağrı’nın saniyesi saniyesine uymuyor. Yağmur, güneş, sis, rüzgar art arda. Kamp alanının diğer tarafına geçiyoruz. Karşımızda Doğubayazıt manzarası. Bulutlar çekiliyor, güneş batıyor. Gökyüzü renk değiştiriyor, griden kızıla. Ufukta gökkuşağı beliriyor, bir uçtan bir uca olsun diye bekliyorum, olmuyor. Aygır’ın yanına gidiyoruz. Bizi görünce sevinip, oyun oynamaya başlıyor. Kampın bekçi köpeği. Yaban hayvanlarından koruyor kamptakileri. Ayıdan, kurttan, tilkiden…
“Çok ıslanmış, bir kulübe yapsana,” diyoruz Mehmet Abiye,
“Alışsın,” diyor. Üstelemiyoruz. Aygır halinden memnun görünüyor. Biz de memnunuz halimizden ama hava burada böyleyse, yukarılarda nasıldır diye düşünmeden edemiyor ve o meşhur soruyu soruyoruz.
“Bakalım biz zirve yapabilecek miyiz?”
“Ben şanslıyım,” diyor rehberimiz. “Benim rehberlik yaptığım zamanlarda zirve hep açık oluyor. Hatta temmuz ayında o kadar güzeldi ki, neredeyse bir saat platoda takıldık.”
Ağrı Dağı, 4800’üncü metreden zirveye kadar buzulla kaplı. İşte bu bölge plato diye adlandırılıyor. Eğer platoda yeterince yumuşak kar yoksa, hemen öncesinde kramponlar takılıyor ve zirveye öyle çıkılıyor. Buzullar dört mevsim boyunca erimiyor. Erimiyordu. Artık eriyorlar. Çamur halinde dağın yamaçlarına doğru düşüyorlar. Bu halleriyle gündeme geliyorlar. Aşırı sıcaklardan etkileniyor, küresel ısınmaya karşı farkındalık tırmanışları yapılmasına neden oluyorlar. Dağ toprağı kaygan. Yukarılardan taşlar düşüyor. Eriyen buzulların heyelan riskini artırdığı, taşların da bu yüzden birer birer düştüğünü söyleyenler var.
Kamplardan taşların yankısını duyuyoruz. Bazen görüyoruz taşı, bazen göremiyoruz. Ama ne zaman bir taş sesi duysak, o an her ne yapıyorsak bırakıp dikkatimizi düşen taşa veriyoruz ve “Bakın, yine taş düşüyor,” diyoruz birbirimize. İşte böyle dikkat çekiyor Ağrı Dağı. Küçük bir taşın sesi, tüm dağda yankılanıyor.
Kimi zaman böyle kaygan topraklardan, kimi zaman kocaman kayalardan, kimi zaman da küçük su yataklarından geçilerek yapılıyor Ağrı Dağı tırmanışları ve inişleri. Ben, Peru’daki Gökkuşağı Dağları gibi rahat bir patika olduğunu düşünmüştüm gelmeden önce. Belki de öyle olmasını istediğim için. Beni korkutan iki şey vardı. Biri irtifadan etkilenmek, öbürü de platoda kaymak. Sonuçta cam buzul demişlerdi, aşırı kaygan olmalıydı. Daha ilk kampta havanın böylesine bozacağı, bir sonraki gün aklimatizasyon tırmanışını gerçekleştirmek için ince hesaplar yapacağımız aklımın ucuna bile gelmemişti. Bulutların hareketine göre plan yapmaya başlamıştık bile.
“Bugün yağması iyi oldu, yarın açılır.”
“Ya açılmazsa?”
“Açılacak gibi duruyor. Bakın zirve açılmaya başladı bile.”
“Biraz sonra kapanmaz değil mi?”
“Genelde bir gün böyle olursa ertesi gün açık oluyor. Zaten sabah güzel olur.”
“Kaçta çıkacağız yarın?”
“Kahvaltıdan sonra çıkarız, 9 gibi.” Gruptaki Norveçli söze giriyor.
“Ne olur ne olmaz daha erken çıkalım mı? Mesela 8 gibi?”
“Tamam,” diyoruz. “7’de kahvaltı yapar 8’de çıkarız.”
Rehber rotayla ilgili kısa bir açıklama yapıyor.
“Yarın farklı bir rota kullanacağız. Zirveye giden yolu zaten göreceğiz, değişiklik olsun.”
Saatin kaç olduğundan haberimiz yok. Dağa adım attığımız anda zaman kavramı yok oldu. Hava karardığına göre yatmak için uygun bir saat olmalı. Belki haberi olan vardır saatten, ben bilmiyorum. Şimdilik bıraktım o işleri. Yani mecbur kaldığım zamanlar hariç. Çadır arkadaşımla çadıra gidiyoruz. Kafa lambamızı çadırda unutmuşuz ikimiz de. Telefonumun ışığını açıyorum, bize yol gösteriyor. Hava durulmuş. Şimdilik. Bir dakika, biz çadıra giderken gerçekten durulmuş muydu hava? Yoksa hafif yağmur mu atıştırıyordu? Sağanak da olabilir. Ya da sadece rüzgar mı vardı? Gerçekten hatırlamıyorum. Kafamda berem, altımda yürüyüş pantolonum ve yün çoraplarım, üstümde polarım ve montum çadıra doğru yürüyoruz. Ağustos ayındayız. Tam ortasında. Üşüyoruz.
Sıra gecenin en zor kısmında. Üstümüzü değiştirmek. Hiç niyetim yok. Ama hâlâ üşüyorum. Üstelik pantolon hiç rahat değil. Tüm enerjimi toplayıp sadece pantolonumu değiştiriyorum. Termal tayt ve pijama altıyla. Beremi ve montumu çıkarıyor, -50 derecelik uyku tulumunun içine giriyorum. Gözümü kapar kapamaz uyuyacağımı sanıyorum. Öyle olmuyor. Bir türlü uyuyamıyorum. İçimde değişik bir his var. Kötü değil, iyi de değil. Bilinmezlikten gelen bir his sanki. Ağrı Dağı’nın bilinmezliğinden. Dağın karşımıza neler çıkaracağını merak ediyorum. Daha şimdiden bahaneler üretmeye başlıyor zihnim. “3200 kampı böyleyse,” diyor, “Daha yüksekleri kim bilir nasıl olur?” Ben de tam olarak bunu merak ediyorum. Sonra ekliyor. “Ya getirdiğin kıyafetler yeterince ısıtmazsa, ya irtifadan etkilenirsen, ya düşersen,” Kendisini Horatio sanmaya başlıyor adeta. Söylediklerinin hiçbiri umurumda değil. Çünkü böyle zamanlarda devam edip etmeme kararını beden verir. Zihin değil. Bir de hava koşulları.
Dışarıdan yağmur ve rüzgar sesi geliyor, yan çadırda biri horluyor. Bense bir uyuyor, bir uyanıyorum. Rüzgarın sesi uyurken de var, uyanıkken de. Uyanıkken olanı bir süre sonra kesiliyor, uyurken hep rüzgarlı. Rüzgarlı, yağmurlu, Ağrı Dağı manzaralı. Uyanıkken sakin, uyurken hareketli. Bir süre sonra rüzgar şiddetlenerek geri dönüyor. Bu sefer biraz sallıyor çadırı. Uyanıyorum. Değişik bir ayak sesi duyuyor, bir hayvan geldi galiba, diyorum kendi kendime. Rahatlığıma şaşırmıyorum.
“Dün gece bir hayvan geldi, çadırın etrafını kokladı,” diyor rehber.
“Evet,” diyorum. “Ben de duydum.”
“Sizin çadıra da mı geldi?”
“Yok yok, ben sadece sesini duydum.” Sabah bunları konuşuyoruz yemek çadırının önünde. Bir de gecenin nasıl geçtiğini, bugün bizi nasıl bir havanın beklediğini. Aynı zamanda yola çıkmak için hazırlanıyoruz. Rehberimiz kumanyalarımızı dağıtıyor, sularımızı veriyor ve en önemlisi, termoslarımıza çay dolduruyoruz. Ağrı’ya geldiğimizden beri çaysız yapamıyoruz. Çünkü buranın çayı meşhur, çünkü çaylar İran’dan, çünkü çaylar kaçak.
“Ben bir bardak daha çay içeceğim çıkmadan önce. İsteyen var mı?”
“Ben de istiyorum.”
“Ben de.”
“Bana da getirir misin?”
Hepimiz birer bardak daha içiyoruz. Termosa doldururken kokusunu aldık bir kere. İçmesek olmazdı.
Rehberimiz “Gidelim mi?” diye soruyor.
“Evet,” diyor ve yola koyuluyoruz.
Geniş bir otlak araziden geçiyoruz ilk olarak. Araçların gelebildiği son nokta olan 2200 metredeki Çevirme Köyü’nden bizi alıp Doğubayazıt’a götüren şoför de böyle bir araziden geçiyor. Nedenini merak ediyoruz. Geldiğimiz yolla aynı değil. İran’a yakın olduğumuz için buralarda çok sık polis kontrolü oluyor. Onlara denk gelmemek için mi acaba diye düşünüyoruz. Rehberimiz aracılığıyla şoföre soruyoruz. Bu yolun daha rahat ve daha kısa olduğunu söylüyor. Üstümüzde dağ yorgunluğu varken, yolun rahatlığını sorgulayacak değiliz. Zirveye bakıyoruz uzaktan. O da bize bakıyor, tüm heybetiyle. “Dün bu saatlerde zirvedeydik,” diyor gruptan biri. Gülümsüyoruz. İçinde çok şey barındırıyor bu gülümsememiz. Buraya yazılamayacak kadar çok, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derin. Hafiflemiş hissediyorum. Dünya üzerinde kapladığım yerin ne kadar küçük ve ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor Ağrı Dağı bana. Bünyesinde taşıdığı lavlar gibi. Tüy kadar hafif ama aynı zamanda bir araya geldiklerinde ve aktifleştiklerinde kocaman bir dağı patlatabilecek kadar da etkili.
Düz araziyi bitiriyor ve su yatağına geliyoruz. Önce eğimli topraktan suyun kenarına iniyor, su üzerindeki taşlara basarak karşı tarafa geçiyor ve yine eğimli topraktan yukarı çıkıyoruz. Bir süre düz devam ediyor yol. Bazen kayaların arasından, bazen de kayaların üstünden geçerek. Ardından bir su yatağı daha çıkıyor karşımıza. Bu seferki daha büyük ve geçişi daha dik. Orayı
da geçiyoruz. Biraz daha kayaların arasından yürüdükten sonra tırmanmaya başlıyoruz. Eğim gittikçe artıyor. Kum gibi ince toprak, hiç sabit durmuyor. Bastığımız her yer aşağıya doğru kayıyor. Basmadığımız yerler de kayıyor. Toprakla birlikte aşağıya doğru kaymamak için beden ağırlığımızı biraz öne doğru alıyor, her adımımızda toprağa iyice köklenerek ve batonlarımızdan tam kıvamında destek almaya çalışarak tırmanmaya devam ediyoruz. 3900 metreye kadar.
“Bence bu kadar yeter,” diyor rehberimiz. Sonra ekliyor.
“Siz ne dersiniz?” İçimizden iki kişi biraz daha tırmanmak istiyor. Karşıdaki tepeyi işaret ederek,
“Biz şuraya gidip gelsek olur mu?” diye soruyorlar.
“Tamam,” diyoruz. “Biz burada bekleriz.”
Onlar uzaklaştıktan sonra bir süre hiç konuşmadan oturuyoruz. Sırtımı yasladığım bazalt kayaya dokunuyorum elimle. Dokusunu, ısısını, hissini anlamaya, enerjisini hissetmeye çalışıyorum. Titacaca Gölü’ndeki Isla Del Sol’da (Güneş Adası) geçirdiğim günler geliyor aklıma. 4000 metre rakımda, dünyanın en yüksek gölünün tam ortasında. Özlediğimi fark ediyorum. Oradaki yavaşlığı, neredeyse saatlerce hiç konuşmadan yıldızları seyredişimizi. Amaçsızca dağlarda olmayı, sadece olma halini. İşte o an emin oluyorum asıl sevdiğim şeyin dağcılık değil de dağlarda olmak olduğuna. Tam olarak bu yüzden, zirvenin ertesi günü 4200 kampında gruptan biri “Tekrar zirve yapmaya gelir misiniz?” diye sorduğunda “Bilmiyorum,” diyorum. “Ağrı Dağı’na tekrar gelmeyi çok isterim. Ama bu sefer belki de sadece ana kampta bir süre kalmak için,” Çünkü eksikliğini hissettiğim şeyler var. Dağdan alacaklarım henüz tamamlanmadı sanki. Elim halâ bazalt kayada ama hiçbir şey hissetmiyorum. Dağın zirvesine bakıyorum bu sefer, yine olmuyor. Biliyorum, bir şey hissetmek zorunda değilim. Ama şunu da biliyorum ki hissedince çok güzel oluyor.
Bir tezatlık var. Dağ insanı yavaşlatıyor ama biz hep kaplumbağa hızında acele ediyoruz. “Belli bir ritim tutturup öyle devam etmek gerekiyor,” diyor rehberimiz. Neredeyse 4800 metredeyiz. Biraz midem bulanıyor, biraz kafam güzel, yorgun ve mutluyum. Sık sık nefesim hızlanıyor, her seferinde düzenlemek için çok kısa süre duruyorum ve her durduğumda rehber “Hadi hadi, çok az kaldı,” diyerek motive etmeye çalışıyor kendince. Halbuki hiç ihtiyacım yok motiveye. Bedenimin ve nefesimin uyumlu olmasını istiyorum sadece. Nefes nefese kalmamayı, dilimin damağının kurumamasını. Madem dağdayız, madem 5000 metrenin üstündeyiz, diyorum kendi kendime, neden acele ediyoruz, neden kimse bedeniyle ilgilenmiyor, neden kimsenin umurunda değil nefes nefese kalmak? Acaba ben mi abartıyorum, diye düşünüyorum. Belki bunu da dengelemeli insan. Mesela bazen de dili damağı kuruyana kadar yorulmalı, nefes nefese kalmalı ve sislerin arasından yavaş yavaş zirveye ilerlerken, dönüş yolunu kaybetmemek için belirli aralıklarla batonlar koymalı platoya. Çünkü Ağrı Dağı’nın en büyük tehlikelerinden biri yoğun sis nedeniyle, her yeri aynı olan platoda kaybolmak.
“Duruma göre geri döneriz,” diye başladığımız yolun sonuna kadar gidiyor ve zirveye varıyoruz. Sislerin arasından güneş batıyor. Gerisi şiddetli rüzgar ve soğuk. Üşüyorum. Ellerimi neredeyse hissetmiyorum, iki kat eldivene rağmen. En fazla beş dakika duruyoruz ardından zaman kaybetmeden inişe geçiyoruz. Hava kararmadan plato başlangıcında, çantalarımızı bıraktığımız yere ulaşmamız gerekiyor. Zirveye çıkınca bir şey olmuyor. Orada her şey bitiyor, sonra yeniden başlıyor. Döngü gibi. Ya da sarmal. Çünkü bir şey bitince yenisi başlar.
Platonun başında kramponlarımızı çıkarıyor, kafa lambalarımızı takıyor, çantalarımızı sırtlanıyor ve yavaş yavaş 4200 kampına iniyoruz. Yemek çadırında yemek yiyor, çadırlarımıza gidiyor, uyuyor, sabah uyanıp kahvaltımızı yapıyor ve yola çıkıyoruz. Yol kalabalık, sürekli bir grupla ya da eşyaları taşıyan atlarla karşılaşıyor, yol veriyoruz.
“Dün gece ışıklarınızı gördük,” diyor karşılaştıklarımızdan bazıları “Kafa lambalarıyla inenler siz miydiniz?”
“Evet,” diyor ve yola devam ediyoruz. Ağrı Dağı’nda çıkanlar inenleri tebrik ediyor, inenler çıkanlara başarılar diliyor. Bense hiçbir anlam veremiyorum tebrik edilmelere. Bir başarı değil çünkü benim için bu. Tam tersi, yolun sonu, dağdan ayrılma zamanının geldiğini gösteren bir şey. 3200 kampında biraz dinleniyor, bir şeyler yiyor, tekrar yola çıkıyoruz. Çevirme Köyü’ne doğru. Köyün girişinde, siyah uzun saçlı esmer bir 12-13 yaşlarında bir kızla karşılaşıyoruz. Elinde, içi erik dolu bir tepsi,
“Erik ister misiniz?” diye soruyor biz geçerken. İçimizden biri alıyor.
“Şey, ben onları satıyorum,” diyor kız utangaç bir ses tonuyla. Parasını veriyor, arkadan gelenleri bekliyor, kızla sohbet ediyoruz. Ressam olmak istediğini, erik satarak okul harçlığını çıkarmaya çalıştığını söylüyor.
Çevirme Köyü’nün girişinde çantalarımızı taşıyan atları bekliyoruz. Atlar geliyor, çantalarımızı alıyor, aracımıza biniyor ve Doğubayazıt’ın yolunu tutuyoruz. İlçeye girer girmez göz zevkini fazlasıyla bozan apartmanlar karşılıyor bizi. Ağrı Dağı manzarasını bozmak için ellerinden geleni yapmışlar sanki Ben yazı yazarken anlattığım her şeyi tekrar yaşıyorum. Mesela şimdi dağdan indim, çarpık kentleşmenin olduğu bir yere geldim. Böyle bir görüntüye hiç hazır değilim. O yüzden yazıyı burada sonlandırıyor ve bir ağaca sarılmaya gidiyorum.
İlginizi çekebilir: Likya Yolu hikayeleri: Bir yürüyüş rotasından insan ve doğa manzaraları