Acı var mı acı?
İlk yazıdan sonra acayip havalı, Uplifers’a uygun “istikbal göklerdedir” tadında bir hafta geçirdim. Annem “tebrikler yavrucuğum, çok beğendik” diye mesaj atmış, yetmemiş babam telefon açıp “çok beğendim kızım, sakın bırakma” demiş, arkadaşlarım tatlı tatlı mesajlar göndermiş… Eh ben şişine şişine, kürek kemikleri geriye, göğüs dışarı; kalp merkezi açık dolaşmayayım da nerelere gideyim?
Dur bari pür neşe ikinci yazımı yazayım şöyle yağlı ballı, incesinden derken, Ceylan Ertem’in son albümü Yine de Amin’in açılış parçasına denk gelmem hoş olmadı tabii. “Efsunlu Dünya” parçanın adı. (Ben bir kere sararsam fena, 10-20 tekrar… Ezberim de iyidir hani, 2. dinleyişte solisti bastıran bir tondan başlarım çığırmaya. O derece manasız bir “çöp tenekesi” durumum var. Eşim taktı bu adı. Çok memnunum. Bir de “aa şuursuz bu ayol” tespitinde bulunarak şükürler olsun ne olduğumu anlayıp yıllardır gönül ferahlığıyla yoluma devam etmemi sağlayan Mete Özgencil var ki, bu iki ismimi de nazar boncuğu gibi taşıyorum diğerlerinin yanında. Bu manasız parantezi neden yazdım asla bilmiyorum. Okumayın. Unutun okuduysanız.)
Neyse efendim, nerede kalmıştık? Hah, evet, tam neşeli bir yazı yazayım diyordum ki acıdan geçerek sınıfı geçen bir şarkıya denk geldim. Birden kafamdaki böcekler konuşmaya başladı. Çaresiz, yazacağım söylediklerini.
Fon müzikli yazılardan biri bu, belki sen de play’e basar, benim gibi eşlik edersin sevgili Ceylan’a ve…
“Acıya dair birkaç damla”ya
- Acı hissetmenin, kalbin ağzında haykırarak ağlamanın, sessizce yastığını göz yaşınla ıslatmanın ya da yokmuşçasına yola devam etmenin hiçbirinde bir sıkıntı yok zannımca. Yeter ki kimse bir durum karşısında ne kadar “acımamız” gerektiği , kaç gram ağlanırsa yeterli olacağı, şu duruma 3 gün bu duruma 5 dakika yas tutulması münasipliği gibi bir puanlama görevine soyunmasın. Herkesin acı miktarı ve suretine kimse karışamaz, değil mi ama?
- Acı sanıldığı kadar kader değil, biliyorum. Ama bu topraklarda yaşanan dünlerden, bugünkü iliklere geçenler var ki inkar edilemez. Kim olduğumuz üzerine inşa edeceğimiz güzel ve umutlu bir yarınımız olabilir. Kendi gerçeğimizin farkında, bizi biz yapanın zevkinde kalırsak. Acı dönüşürse yani tecrübeye, öğretiye, gülümseyerek kabullenişe… olamaz mı? Olabilir.
- Küçükken kabuk bağlayan yaraların kabuğunu kaldırıp yeniden kanatanlar kaleye mum diksin desem, %50’yi zor tuttuğuma eminim kabuğunda. Yaraları kurcalamak da fena fikir olmayabilir. Altına toz, oyun arkadaşına küslük, düştüğündeki utancın filan kaçmış olabilir. Yüzleşip halletmek ihtiyacın var ise yap. Zevke dönmesin yeter ki öfkene utancına bakmak.
- Gerçek yaraların hariç, çoğu kez acı sandığın şeyin kendi illüzyonun olduğunu fark ettiğin bir an var. Acıyı küçümsemek mi? Haşa! Sadece şimdi büyük gelen şeyin bir an sonra sendeki hafifliğini görmenden bahsediyorum. Ya da bile isteye, aklının seni sürüklediği o “muhteşem” acılardan. Tam böyle bir an için şuna benzer bir şey demişti bir sevdiğim ve derin bir nefes aldırmıştı bana:
Selam acı. Ya da o her neysen beni kedere boğan. Bugünlük misafirimsin. Seni sakince ve gerektiğince ağırlayacağım. Misavirperver bir insanım ama çok uzamasın ziyaretin. Biraz sarılır, ağlaşır dertleşiriz, yüzleşiriz hatta. Çok mecbursan 1-2 gün daha kal. Sonra git. Ben de yoluma bakayım. Ha bu arada,bir sonraki ziyaretini keyifle bekliyor olacağım. Senden öğrendiklerim yolda lazım oluyor zira…
İşte böyle “acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir” dedirten memleketin damarcı ve güzel insanları. Mutluluk dediğin şey yaşadıklarının toplamında hayata tavrın olduğu için, acının da mutluluğunda payı olduğunu unutma olur mu?
Şarkı diyor ya,
“Acı, sancı, yara muhteşemdir korkma,
Doya doya dokunsana, soluklasana…”
En keyifli anda, bir şey götürdü beni acıyan yanıma.
Yaraya dokundum, yazdım buraya.
Tadını çıkardım, aktı, süzüldü size doğru.
Geçti gitti işte.
Beni ben yapan ne varsa, acım da onlardan biri.
Ama dokun, solukla…
Sakın TUTUNMA!
SAĞLICAKLA.