100. anma yılında Zübeyde Hanım’dan bilgelik dolu anılar
Bir yıl daha geride kaldı ve takvimler yenilendi. Her yıl özel ama 2023 daha bir özel sanki. Neden mi daha özel? Bir kere Cumhuriyetimizin 100.yılı! Ulu bir çınar artık, Ata’nın en büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti. Ve Barış Abi’ye göre bacaklarında hafif bir uyuşma ile uyanacak o ulu çınar 2023’te! Toplumsal düzeyde de önemli değişim ve gelişmelere gebe 2023. Tarihte sayısız kez yaşandığı gibi, Türk’ün, Tuğrul (Simurg-Phoenix-Anka) kuşu gibi küllerinden yeniden doğuşunu seyredeceğiz 2023’te. Anlayacağınız Atatürk’ün dediği gibi bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıklarına rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve kabiliyetinin, medeniyet ufkunda, ANKA-RA’dan yeni bir güneş gibi doğacağı dönemin başlangıcı olacak 2023. Seyir var seyir içinde anlayacağınız.
2023’ün bir özelliği daha var. Atatürk’ün annesi bilge ve erdemli Türk kadını Zübeyde Hanım’ın sonsuzluğa uğurlanışının 100. yılı 14 Ocak 2023. Zübeyde Hanım’ın hayatından önemli bulduğum bazı kesitler aktaracağım.
Atatürk’ün çocukluğuna gidelim. Mustafa Kemal’in askerî rüştiyeye gitmesine karşı çıkan Zübeyde Hanım’ın buna razı olmasında bir rüyanın etkili olması ilginçtir. Kız kardeşi Makbule Atadan, o gece annelerinin gördüğü rüyayı şöyle anlatıyor:
“Annem rüyasında Mustafa’yı altından tepsi içinde olduğu halde bir minarenin tepesinde, korkunç vaziyette görür. Birtakım sesler: “Eğer Mustafa’nın askerî mektebe gitmesine razı olursan, yeri burasıdır. Etmezsen aşağı atarız, bin parça olur!” diyorlar. Annem dehşet içinde uyanıyor ve ertesi gün razı oluyor. İşte ağabeyimin askerî rüştiyesine girmesi hadisesi böyle olmuştur.”
Atatürk’ten annesinin ne kadar haysiyet ve kavrayış sahibi olduğunu gösteren bir anısını dinleyelim:
“Meşrutiyetin ilânından çok önce bir gece bizim evde bir toplantı yapmıştım. … Bizim görüştüğümüz odaya bakan hizmetçi anneme haber vermiş… (Toplantıdan sonra) uyumakta olduğunu sandığım annem yanıma geldi ve bana dedi ki:
-Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?
Anneme ne düşündüğümü ne yaptığımı söylemek istemiyordum. Ama bizim o akşamki toplantımızı görüp her şeyi öğrendikten sonra, artık gerçeği annemden ve kız kardeşimden gizlemeye gerek görmedim, tersine onları aydınlatmayı yeğledim:
-Evet, anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde sandığın adamın hiçbir gücü yoktur. Biz burada toplanan insanlar ülkeyi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, ya da çocuğun olduğumu unutarak gider o evliyalara karışırsın.
Annem o zaman dedi ki:
-Çocuğum, siz deneyimsizsiniz, madem böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, bana yaptığınız şeyleri bildiriniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. Başarmak güçtür; yok olmak daha olasıdır. Ne yapayım, tek erkek çocuğumsun, senin yok olmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.
-Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorundayım. Beni bundan alıkor musunuz?
–Hayır, çocuğum; bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla birlikte görmezsem, işte o zaman üzülürüm. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, seni gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan yasaklamaya kalkışmam. Yalnız dikkat et, asıl olan başarmaktır, başarmaya çalışınız.”
Zübeyde Hanım önemli anlarda verdiği öğütlerle adeta bir ilham ve motivasyon kaynağı olmuştur Atatürk için. Büyük Taarruz öncesi annesine bağ evinde veda eden Mustafa Kemal, ona bir çay davetine gideceğini, akşama beklememesi gerektiğini söyler. Oğlunun cepheye gittiğini anlayan Zübeyde Hanım, yazdığı mektubu Ali Çavuş’la Mustafa Kemal’e gönderir, “Sen cepheye gidersin. Benim yüreğim bunu bilir. Senin için dua ediyorum bil! Ve de Mustafam, zaferi ele almadan dönme. Ben, seni beklemeyi bilirim…”
Zübeyde Hanım’ın Latife Hanım’la ve oğlunun evliliğiyle ilgili saptamaları da ve öngörüleri de oldukça etkileyici. İnsan ruhuna ne kadar hâkim, bilge bir kadın olduğunu gösteriyor. Karşıyaka İstasyonu’na; 14 Aralık 1922’de gelen özel treni aile fertleri ve yakınlarıyla karşılayan Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın kompartımanına kadar gelerek, hoş geldiniz demiştir. Pek de güzel ve cazibeli sayılmayan bu müstakbel gelinini ilk bakışta itici bularak beğenmemiş, onun yanındaki kız kardeşini daha sempatik bulmuş, ancak duygularını saklamıştır. Daha sonra uygun bir zamanda, çok sevdiği başyavere; münasip bir lisanla ve Rumeli şivesiyle, Latife Hanım ve gerçekleşecek evlilikle ilgili aşağıdaki düşüncelerini oğluna iletmesini istemiştir,
“Gel şüyle yanıma, konuşmak isterim. Dertleşmek isterim. Salih’ciğim, bilirsin beni, yalan yok bende. Kısa diyeceğim. Bak beri, hiç nafile! Bu iş ulmaz. Uygun düzen dildir. Bu iş ulmaz.”
-Neden anneciğim?
-Neden? Bak neden! Sülerim buni yalnız sana. Sen bildir Mustafa’ma lisanımünasip ile. Ulmaz dedim. Çünkü davul dengi dengine vurmuyor. Ana kalbi göz gibidir. Görür doğruyu. Bu kız iyidir, oştur, ailesi soyludur, iyi terbiye görmüş. Vardır paraları. Konuşur bülbül gibi firenk dillerini. İyi okumuş. Lakin ne derler bizim oralarda? ‘Erkeğin okumuşi kadı ulur, kadının okumişi cadı olur.’
-“Bak çocuk! De şimdi sen bana: bu kız Mustafa’yı mı sever? Mustafa Kemal’i mi sever? Mustafa Kemal Paşa’yı mı? Mustafa benimdir. Benim Çakırım! Bir tanem, vermem oni kimseciklere. Mücahittir, Sarı Sipahidir. Kendini adamıştır başkalarına, milletine. Gürürse buni bir kadın, âşık olur buna. Çünkü bu onun gerçeğidir. Canımı veririm be o kadına. Ama kız görür Mustafa Kemal Paşa’yı. Mevki görür. Unvan görür. Bir tanedir o. Kız o bir taneyi görür. Sahip olmak ister una. Uy böyle. Aşikâr istemez kimseyi. Ne seni, ne beni, ne Mustafa’yı. İster Mustafa Kemal Paşa’yı: İşte! Düşün bunları. Yaz Mustafa’ma. Gelmez bu işin suni. Bilesiniz. Adi git yat artık. İsterim uyumak. Sancım var. Allah yardımcın olsun. Sündüresin ışığı. Yalnız, o kandil yansın.”
Dediği gibi de olmuştur Zübeyde Hanım’ın, bu iş ulmamıştır. Hastadır Zübeyde Hanım ve bu tespitlerinden tam bir ay sonra hayata gözlerini yumar.
Annesinin sonsuzluğa geçişini Atatürk rüyasında sezer. Trenle İzmir’e gitmektedir ve gün ağarmadan az önce Gazi, Ali’yi çağırır;
“.. Bir haber var mı?” diye sormuştu. Ali de,
“.. Şifre geldi ama çözülmedi.” demişti. Mustafa Kemal emir Çavuşu Ali’ye hüzünle baktı:
“.. Annemin öldüğünü biliyorum.” dedi. “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarla annemle dolaşıyordum. Birden bir fırtına çıktı, Anamı alıp götürdü.”
Deşifre edilmiş telgraf eline verildiği zaman onu okur ve rüyasını yorduğu acı haberi alır Atatürk.
Atatürk’ün annesinin mezarı başında yaptığı konuşma ve ettiği yemin de Zübeyde Hanım’ın yaşadıklarının özeti niteliğindedir.
“Zavallı annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaratılışın en doğal bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne üzüntü verici görünüşler olur. Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın bütün milleti felâket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak için izin verirseniz acı hayatının belli birkaç noktasını sunayım. Abdülhamit devrinde idi. 1320 (1905) tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin, bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem göz yaşlarıyla Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler onun hayatının acılar ve gözyaşları içinde geçmesine sebep olmuştur. Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman, annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Yanımda kendisinin arkadaşlık ettiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberli olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu zan, kendisini felce uğratmış. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını acı, üzüntü içinde geçirtmişti. Padişah ve hükûmetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgâhı bin türlü bahanelerle ve nedenlerle basılır ve araştırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonunda çok yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki, o artık maddi olarak ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu. Annemin kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir konu vardır ki, o da anamız vatanı yok olmaya götüren idarenin artık bir daha geri gelmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem, bu toprağın altında, fakat millî hâkimiyet sonsuza dek devam etsin. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, millî hâkimiyet sonsuza dek devam edecektir. Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna üzerime almış olduğum vicdan yeminimi tekrar edeyim. Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hâkimiyetin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım. Millî hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas’ın aktardıkları Zübeyde Hanım’a dair önemli gözlemler içeriyor.
“Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden başlamış, onu her çağında duygularla büyütmüş, öğrenime yönlendirmiş, ilim ve irfan aşılamıştır. Yetişen, makamını bulan kurtarıcı oğlunu o, Mustafa Kemal yapmıştı.
Bu ziyaretlerin her birinde Atatürk, anasının mübarek elini büyük bir saygı ile öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa, hatta Mustafacık olurdu. Konuşmaları, şakaları pek içten kaynayan sevginin belirtileriydi.
Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir durumu değeri sınırsız olan Bayan Zübeyde’nin işlek, kıvrak zekasının bir örneği olarak sunacağım:
“Atatürk annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir kurtarıcı armağan veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı, mutluluğunu gülen ve şirin yüzünden okunan o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline uzandı:
Atatürk: “Ne yapıyorsun anne”... dedi.
Bayan Zübeyde sessiz ve kesin bir ciddiyetle:
“Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun; fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet başkanısın. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım, elini öpebilirim.” cevabını verdi.
Oğlunun elini öpmekten çok Bayan Zübeyde, hareketiyle oğlunun makamının en büyük saygıya değer olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu.”
Sevgi, saygı ve minnetle anıyorum büyük Türk anası Zübeyde Hanım’ın, Sinan Meydan’ın deyimiyle Anatürk’ün, ruhu huzurlu olsun.
İlginizi çekebilir: Öz’gürlüğe Öz’lem: İçimizdeki zorbalar ve kurban bilincinden uyanış